Çeviribilim

24 Mart 2006

Kütüphaneler, "Çeviri ve İntihal Olayları"

Doğan Hızlan, yayınlanan kitapların kütüphanelerde bulunamamasıyla ilgili bir yazı yazmış. Yayıncılar Birliği genel sekreteri Metin Celal de kendisine gönderdiği bir mektupla, konuyla ilgili düşüncelerini yazarken, telifi sona ermiş metinler için de bir Türkçe Gutenberg sitesi kurulması gibi ilginç bir öneri getirmiş. Kütüphanelerle ilgili tartışma, Nisan ayında Bilgi Üniversitesi'nde yapılacak olan 2. Yayıncılık Kurultayı'nda daha ayrıntılı bir şekilde yapılacak. Bu kurultayın ilki 7-8 Mayıs 2004'te yapılmıştı. 2. TÜRKİYE YAYINCILIK KURULTAYI

13-14 Nisan 2006 İlk günün oturumları, şu başlıklar çerçevesinde olacak: Türk Ceza Kanunu ve Yayınlama Özgürlüğü, Üniversitelerde Yabancı Dilde Eğitim ve Yayıncılık, AB Standartlarında Kütüphanecilik ve Halk Kütüphanelerinin Güçlendirilmesi. İkinci günün oturumlarıysa, şu başlıklar çerçevesinde olacak: İlköğretim ve Lisede ders kitapları seçimi ve dağıtılması, 100 Temel Eser ve Çocuk Yayıncılığı, Klasikler, Çeviri ve İntihal Olayları. Çeviri ve İntihal Olayları başlıklı oturumun konuşmacıları Celal Üster, Raşit Çavaş, Tahsin Yücel, Tuncay Birkan ve Tahsin Yılmaz.

23 Mart 2006

Telif Hakları ve Çeviribilimde Yeni Ufuklar

Çeviri Derneği, bir telif hakları paneli düzenliyor.


Telif Hakları Paneli
Tarih: 30 Mart 2006, Perşembe
Yer: Yıldız Teknik Üniversitesi, Beşiktaş Kampüsü, Hünkar Salonu
Saat: 13:00-17:00

Bir çeviribilim etkinliği de Hacettepe Üniversitesi'nde gerçekleşiyor. 11-12 Mayıs 2006 tarihleri arasında gerçekleştirilecek olan Çeviribilim'de Yeni Ufuklar başlıklı sempozyum, Prof.Dr. Berrin AKSOY, Doç.Dr. Aymil DOĞAN, Doç. Dr. Asalet ERTEN, Dr. Elif ERSÖZLÜ, Dr. Yeşim DİNÇKAN, Dr.Sezai ARUSOĞLU ve Dr. Zeynep ALP'in yer aldığı bir düzenleme kurulu tarafından hazırlanıyor.
"Katılımcılar uluslararası düzeyde gerçekleştirilecek bu sempozyumda Çeviribilimde Yeni Ufuklar genel başlığı altında çeviribilim, yazılı çeviri, yazın çevirisi, sözlü çeviri, çeviri piyasası, çeviri eğitimi, nitelikli eleman yetiştirme vb konularda düşüncelerini sunacaklar ve eriştikleri sonuçları dinleyicilerle paylaşacaklardır."


22 Mart 2006

Diyalog Çevirileri

Sabri Gürses 21.03.2006 tarihli Radikal gazetesinde BBC'den aktarılan ilginç bir haber yer almış. Habere göre, bir süredir dinler arası toplantılar yapmakta olan Hommes de Paroles (Kelam İnsanları) adlı topluluğun düzenlediği 2. Barış İçin Uluslararası İmamlar ve Hahamlar Konferansı'nda İsrail Başhahamı Yona Metzger diplomatik köprülere yardımcı olmak üzere dinler arasında köprü oluşturacak bir dini gruplar Birleşmiş Milletler'i fikrini dile getirmiş. BBC'deki haberde Metzger'in bu fikri dile getirdiği ("said") belirtilirken, Radikal'de "kurulması çağrısı yaptı" deniyor. Fakat asıl ilginç olan, BBC haberinin şu kısmının çevirisi:

"The speeches at this conference rather than using polite, diplomatic language have at times been brutally direct. When the Rabbi Metzger harangued mainstream Muslims for not standing up to Osama bin Laden, Islamic leaders nodded in agreement."
Radikal'de çeviri şöyle:
"Diplomatik üslubun yerini acımasız söylemlere bıraktığı anlar da oldu. Metzger, "Bin Ladin İslam adına konuşurken neden sessizsiniz" diye çıkışırken Müslüman din adamları başlarını öne eğip dinledi."
BBC haberinde yer alan "brutally direct" ifadesi "acımasız söylemler" olarak, "harangue" fiili "çıkışmak" olarak, "not standing up to Osama bin Laden"se "Bin Ladin islam adına konuşurken neden sessizsiniz" olarak çevrilmiş. Ama en şaşırtıcı kısım "nodded in agreement"ın "başı öne eğip dinlemek" olarak çevrilmesi. "Kabul edercesine baş sallamak" ile "başı öne eğip dinlemek" arasında önemli bir fark var. Diğer yandan, bu çerçevede Türkçe içi çeviriler de yapılabiliyor. Yine Radikal'in BBC'den aktardığı bir haberin Haber7'de başka bir hal alması da ilginç. Radikal'de "Genç Buda tatile çıkmış" başlığıyla yer alan haber, Haber7'de "Genç Buda tatile çıkmış meğer" olarak yer almış.

20 Mart 2006

Yeniden Yazılan Çeviriler

Sabri Gürses Milliyet Sanat dergisinin, Mart 2006 sayısında, Cem Erciyes'in Elif Şafak'la son romanı üzerine yaptığı bir söyleşi yer alıyor. Söyleşi, kitap yayımlanmadan kısa süre önce yapılmış. Söyleşinin girişinde Erciyes şunları yazıyor (abç):

"Bir süredir Elif Şafak'ın Ermeniler'i konu alan bir roman yazdığı konuşuluyordu. Hakikaten öyleymiş. Bir önceki romanı 'Araf' gibi İngilizce yazılıp, ardından Türkçeye çevrilen bu romanın adı 'Baba ve Piç'. Bu kez Elif Şafak, Aslı Biçen'in yaptığı çevirinin üzerinden geçip neredeyse kitabı yeniden yazmış; bunun etkisini hemen hissediyorsunuz..."
Söyleşide çeviri süreci üzerine ayrıntılar yer almıyor. Bu durumda insanda hayret duygusu uyanıyor: Kitap İngilizce yayımından önce Türkçe olarak yayımlandı. Burada Erciyes'in ifadesine göre, Türkçe metin İngilizce metinden farklı, Türkçe metin İngilizce yazılmış olan (özgün) metnin çevirisi değil, bir yeniden yazımı. Bu durumda iki özgün metin oluşuyor: peki hangisi asıl başvuru kaynağı olarak alınacak? İki metin arasındaki farklar ne olarak sınıflandırılacak? Aslında bu karmaşık durumun edebiyat tarihinde başka örnekleri de var. Başka dilde yazdığı kitapları anadiline çevrilen yazarların en ünlüsü Vladimir Nabokov. Nabokov, Amerika'da tanınmak istediği zaman, önce Rusça olarak yazdığı kitapları İngilizceye çeviriyor, daha sonra uzun yıllar İngilizce yazıyor. Ardından İngilizce yazdığı kitapların bazılarını (örneğin Lolita'yı) anadili Rusçaya çeviriyor. Fakat Lolita'nın Rusça'da Nabokov'unkinden başka çevirileri de var. Nabokov'un Rusça'ya yapılan çevirileri arasında en ilginci, kendisinin İngilizce'ye çevirdiği Eugene Onegin (Yevgeni Onegin) için yazdığı dev şerhin Rusça'ya çevrilmiş olması (ikinci resim). Neyse ki Rus çevirmenler şerhi çevirirken, Puşkin'in bu ünlü şiir-romanını, Nabokov'un İngilizceye yaptığı çeviriden çevirmemiş, aslından aktarmışlar. Baba ve Piç çevirisi, Nabokov'un kendi İngilizce çevirmenleriyle yaşadığı ilginç ilişkiyi düşündürüyor. Rusça'da Dar adını taşıyan romanın The Gift olarak İngilizceye çevrilmesi sırasında yaşanan süreci çevirmen Michael Scammell, The Servile Path (Translating Vladimir Nabokov) [Sadık Yol (V. Nabokov'u Çevirmek)] başlıklı bir yazıda anlatmış: genel olarak yorucu bir süreç olarak nitelendiriyor. The Gift'te çevirmenin adı şu şekilde anılıyor: "Michael Scammell tarafından Rusça'dan yazarın işbirliğiyle Michael Scammell tarafından çevrilmiştir." Nabokov daha sonra, kitaplarını oğlu Dimitri Nabokov'a çevirtmeyi yeğlemiş.

18 Mart 2006

TBMM Çevirmenleri

"8 tercümandan 4’ü dil sınavında başarısız oldu TBMM yönetimi, tercüman kadrosunda işe alınan personelin seviyesini tespit etmek için KPDS’ye (kamu personeli dil yeterlilik sınavı) girmelerini zorunlu kıldı. Ancak 8 tercümandan 4’ü bu sınavı aşamadı. TBMM yönetiminin Dışilişkiler ve Protokol Müdürlüğü’nde yaptığı operasyon, TBMM kulislerinde bomba etkisi yaptı. TBMM Başkanı Bülent Arınç’ın döneminden önce işe alınan tercümanların, ’dil yeterliliği’ konusunda ortaya atılan iddialar üzerine, bu kişilerin işe alınırken KPDS sınavına girmedikleri ortaya çıktı. TBMM yönetimi, bunun üzerine tercümanların seviyesini ölçmek için KPDS (dil yeterlilik) sınavına girmelerini zorunlu kıldı. Sınava giren 8 tercümandan 4’ü bu sınavda başarılı olamadı. TBMM yönetimi, bu kişilere eksikliklerini gidermeleri için süre verdi. 2 kez daha girecekleri KPDS sınavında başarılı olamamaları durumunda bu kadrolarda çalıştırılmayacakları bildirildi. Aynı müdürlükte çalışan 4 kişi de bu bölümde verimli olmadıkları iddiasıyla kütüphanede görevlendirildi. Arınç’ın ekibinin bu tavrı, Dışilişkiler Müdürlüğünü ’dağıtmak’ olarak yorumlandı." Nuray Babacan, Hürriyet, 18 Mart 2006.

15 Mart 2006

Çeviribilim: Konular, Sorunlar, Arayışlar

Dilek Dizdar

"Çeviribilim bağımsızlığını ilan ettiği alanlarla yeniden iletişime geçerken disiplinlerarası ilişkilerde de yeni dengeler oluşacaktır. Çevirinin, çevirmenin ve çeviribilimin daha görünür kılınması ise yalnızca konusu insan olan tüm akademik dallara değil, çeviriyi her an yaşayan toplumların bireylerine de yeni bakış açıları, parçası oldukları süreçlere karşı yeni bir duyarlılık kazandırabilir."

Günümüzde çeviribilim derken genelde 1970’li yıllarda özerkliğini kazanan, Batı dillerinde ‘translation studies’, ‘Translationswissenschaft’, ‘traductologie’ gibi sözcüklerle anılan bir daldan söz ediyoruz. ‘Bilim’ sözcüğünün ‘-wissenschaft’, ‘studies’ ya da ‘-logie’ ile örtüşüp örtüşmediği, bu kullamımların her birinin bir diğerine nasıl çevrilebileceği sorusunu bir yana bıraksak ve aynı alana gönderme yaptıklarını varsaysak bile bu alanı kapsayıcı biçimde sunmak olanaksız. Çeviribilimin oldukça yeni bir bilim dalı olmasına karşın bu denli büyük bir çeşitlilik sergilemesi inceleme konusu olan çevirinin karmaşık doğasından kaynaklanıyor. Çeviri, insanların, kültürlerin, metinlerin kaynaştığı, dostlukla ya da düşmanca karşılaştığı her ortamın olmazsa olmazı. Konu kültür, toplum, birey, politik görüş ya da din olsun, ‘öteki’ne dokunmak, onu tanımaya çalışmak ne denli karmaşıksa çeviri de o kadar karmaşıktır. Çeviribilim ‘çeviri’yi konu alıyorsa, inceleme alanının sınırlarını ve sorulacak soruları bu karmaşayı dikkate alarak belirlemesi gerekir. Bunu yaparken komşu alanlarla sıkı bağlarını korumalı, yenilerini oluşturmalı ve geliştirmelidir; karmaşayı göz ardı etmemesi bunu da gerektirir. Çeviri konusu, dilbilim, yazın kuramları, kültür ve iletişim kuramları, bilişim kuramları, tarih ve politika gibi pek çok alanda çıkar karşımıza. Kiminde araştırmacılar ‘konu’ olarak ele alır, irdelerler, kiminde sorunsalın üzerinde durmadan mecaz anlamda kullanırlar ‘çeviri’yi. Bu alanlarda geçen çeviri anlamları, düşünce geleneklerine bağlı olarak gelişen, yerleşen ve yerinden pek kolay kalkmayan bir çeviri anlayışını yansıtır çoklukla. Çevirinin, anlamı olduğu gibi aktarması gerekirken özgün olanı bozduğu, ötekini yok ettiği yolundaki bu görüş, yapısalcılık sonrası kimi yaklaşımlarda bile çevirinin adeta günah keçisi gibi sunulmasına yol açar. Örneğin, yeni bir etnoğrafya arayışı içinde olan Stephen Tyler, başka kültürlerin betimlenmesinde ve yazılmasında dış dünyayı yansıttığımız yanılgısından ve ‘mimesis’ düşüncesinden kurtulmak gerektiğini söylerken, çeviriyi mimesis'e bağlar; etnoğrafya anlayışının çeviriyle ilişkilendirilebileceği düşüncesinin şu sözlerle önüne geçmek ister:

[Çeviriyi] bir metni diğerinden ayıran ve orta yolda dilleri değiştirdiğimiz bir ırmaktan geçmek olarak düşünürsek, hayır [ilgisi yoktur]. Bu, dilde mimesis’tir, bir dilin ötekini kopyalaması – ki hiçbir zaman kopya değildir o, az ya da çok bükülmüş bir özgün metindir. [...] Bir toplumun anlamlarını, ötekiler hiç yokmuş gibi kendi bildiğimiz anlamlara taşıyabileceğimiz düşüncesi saçmadır. Her ikimizin de paylaştığı anlamlar dışındakileri, ötekilerin anlamlarını bilemeyiz. Anlamları paylaşıyorsak da çeviriye değil, bir tür anımsatmaya gereksinim vardır ancak.1

Tyler, etnoğrafyanın gelişmesinde etkili olmuş eleştirel ve sorgulayıcı yaklaşımında dış gerçek ile dil, düşünce ile dil, kültür ile dil arasındaki bağları incelerken, bireyler ve kültürlerarası ilişkilerde güç dengelerini, yazma süreçlerinin önemini vurgularken çeviriyi dışlıyor. Oysa tüm bunlar doğrudan çeviri sorunsalını çağrıştırıyor.

Çevirinin her zaman gündemdeymiş gibi görünen bir konu olduğuna bakmamalı. Çeviri nasıl ikincil konumda, özgün metnin bir kopyası olarak görülüyor, çevirmenin emeği dünyanın hemen her yerinde nasıl yazarınkinden daha az değerli bulunuyorsa, çevirinin düşünsel ya da bilimsel olarak tartışılması da marjinal kalmıştır. Genel olarak belli bir çeviri kavramı sorgulanmadan, yenilenmeden, felsefi temellerine bakılmadan önsel olarak benimseniyor ve tartışmalar iyi çeviri nedir, nasıl olmalıdır, sadık çeviri nasıl yapılır gibi sorulara indirgeniyor. Çeviriyi yeniden düşünmek, kendi bağlamı içinde ve doğasını dikkate alarak düşünmek, bu sorulara getirilecek yanıtları değil, soruların kendilerini değiştirmeyi gerektiriyor. Çağdaş çeviribilimin bu soruların değişmeye başladığı zaman doğduğunu söyleyebiliriz. Kuşkusuz, çeviri ve çeviri düşüncesi tarihine baktığımızda çeviriye ilişkin pek çok ilginç kuramsal yazı buluruz, ancak bunların çoğunda çeviri bir amaç olarak değil, bir araç olarak görülmüş, söz gelimi kutsal ya da yazınsal metinlerin okurlara olabildiğince ‘sadık’ çevirilerle ulaşması üzerinde durulmuş ya da yabancı dil öğretiminde yöntem geliştirirken çeviriden yararlanmanın yolları aranmıştır. Çeviriyi tüm kapsamıyla ve derinlikli olarak düşünebilmek ancak çeviribilim çerçevesinde olanaklı görünüyor. Hatta Toury, Vermeer ve Berman gibi bilimcilerin de savunduğu gibi, çeviri konusunun başka alanlar tarafından incelenmesinin çevirinin konumunu olumsuz etkilediği söylenebilir.

Çeviri yüzeye çıkmayan, gizli bir eylem olarak kaldı, çünkü kendini ifade edemiyordu. Ayrıca büyük ölçüde ‘düşünülmemiş’ bir konuydu, inceleyenler de de onu başka şeylere, örneğin yazına (ya da onun bir alt türüne), eleştiriye (ya da onun bir alt türüne), uygulamalı dilbilime uydurma eğilimindeydi.2

Tarih ve gelenekten devraldığı yüke bakıldığında dallararası ilişkiler, çeviribilimin en önemli konularından biri olarak çıkıyor karşımıza. Çeviribilimin önemini görmek ve anlamanın, onu özerk bir bilim dalı olarak benimsemenin ötesinde onu içerik ve yaklaşım olarak bu dallardan ayrı kılanın ne olduğunu da düşünmek, belirlemek gerek. Metinlerin, çevirilerin, okuma ve yazma süreçlerinin, alımlamanın, yorumun ve bunlarla ilişkili konuların pek çok başka alanda da tartışıldığını düşünürsek yukarıda sözünü ettiğim soruların belirleyici olduğu anlaşılıyor. Bir yazınbilimciyle ya da bir dilbilimciyle aynı metin üzerinde çalışan çeviribilimciyi onlardan ayıran, çalışmasının çıkış noktası olan sorulardır. Çeviribilimin bu sorulardan oluşan çatısı sağlam kurulduğu ölçüde diğer disiplinlerle bağları güçlenecek, ilişkileri tek yönlü olmaktan çıkacak, alış veriş ve etkileşime dönüşecektir. Bugün çeviribilimde sorulan sorular, değindiğim karmaşıklığı basite indirgemeden, öğelerden birini ya da bazılarını ön plana çıkararak diğerlerini yadsımadan, çeviri denen olguyu bütünlüklü olarak ve çeviri başlığı altında ele alınabilecek başka olguları da kapsayacak niteliktedir. Çeviribilimin merkezindeki en önemli sorunun ise çevirinin tanımına ilişkin olduğu söylenebilir.

Çeviri çeşitliliği

‚Çeviri nedir?‘ sorusu, her ‚... nedir?‘sorusunda olduğu gibi önce tanımlama sorunsalını gündeme getiriyor. Heidegger’in ‚varlık nedir‘ ve dil nedir?‘ sorularına ilişkin tartışması ve metafizik eleştirisi çeviriye de doğrudan bağlanıyor.3 ‚Dil nedir?‘ sorusunu nasıl ancak dilin içinden sorabiliyorsak ‚çeviri nedir‘ derken de çevirinin ne olduğuna ilişkin bir bilgiyi bu soruyu daha sorarken varsayıyor görünüyoruz. Ayrıca çevirinin sınırlarını ‚dilsel aktarım’ın ötesine geçecek biçimde açtığımızda her zaman bir çeviri süreci içinde olduğumuz söylenebilir. Bu, sadece örneğin ‚çeviri‘ derken ‚translation’u da düşündüğümüzde değil, genel anlamda iletişim, okuma ve yorumlama eylemlerimiz için de geçerli. Çevirinin tanımı sorunu çeviribilimin oluştuğu yıllarda gündeme gelmiş, tekrar tekrar tartışmaya açılmış, ancak her zaman belli noktalarda tıkanmıştır. Kanımca bunun nedenlerinden biri, çeviribilimin inceleme alanını belirleme ve genişletmeye ilişkin tartışmalarla tanım tartışmalarının birbirine karışması, birinin diğeriyle aynı tutulmasıdır. Sözgelimi, Betimleyici Çeviribilim‘in kurucusu, dizgesel yaklaşımın temsilcilerinden Toury’nin çeviribilimin inceleme alanının genişlemesine önemli katkıları olmuştur. Geleneksel yaklaşımlarda ‚çeviri‘ olarak kabul edilmeyen olguları da kuramına konu ederek metinlerin oluşumunda ve biçimlenmesinde toplumsal, tarihsel vb. etmenlerin önemini vurgulamıştır.4 Ancak Toury’nin önsel çeviri tanımından yola çıkmak istemeyişi ve tanım sorunundan uzak durması kuramında sorunlara yol açmıştır. Toury’nin kuramında geleneksel bir çeviri anlayışından yola çıktığını, ya da en azından ondan kopamadığını söylemekle Toury’nin çeviribilimin inceleme alanını genişlettiğini söylemek birbiriyle çelişmez.

Sözünü ettiğim tıkanmanın en önemli nedeni ise metafizik geleneğin izini taşıyan çeviri tanımının yıkılmasıyla çevirinin genel anlamda metinlerarası ilişkilerden ayrılamayacağı bilgisidir. Bir metni okuduğumuzda nasıl yazarın hangi anlamları amaçladığını bilmemizin yolu yoksa, ne demek istediği bize kendi anladığımız (yorumladığımız) biçimiyle yansıyorsa, çeviride de kendi okumamızdan yola çıkarak bir metin oluştururuz ve o metin okur tarafından yine bizim amaçladığımızla örtüşmeyen biçimlerde anlaşılır, yorumlanır. Geleneksel ya da ‚metafizik‘ diyebileceğimiz çeviri kavramında ise sözcüklerde, tümcelerde, metinde saklı bir anlamdan ve o anlamın bir dilin sözcüklerini başka bir dilin sözcükleriyle değiştirmekle aktarılabileceğinden yola çıkılır. Bu tür bir aktarım olanaksızsa çeviri olanaksızdır noktasına gelinir hızla. Böyle yaklaşıldığında, çeviri, bir çekirdeğin (içeriğin) kabuğunu (biçimini) değiştirmek olarak görülürse, gerçekten olanaksızdır. Oysa onu aktarım olarak değil, bir dönüşüm, Derrida’nın deyimiyle, bir dilin bir başka dille dönüştürülmesi olarak gördüğümüzde dilin her zaman çeviri, dolayısıyla da çevirinin dilin önkoşulu olduğu sonucuna varıyoruz.5 Bu durumda geleneksel ‚çevrilebilirlik‘ tartışmalarının anlamı kalmaz. Çeviribilimde tanımın sınırlarını gevşetme konusunda çekinceler olduğunu gözlemliyoruz. Örneğin Vermeer’in devingen ve değişken süreçler üzerine kurulu, göreceliği ve öznelliği öne çıkaran, kaynak metnin kutsallığını yıkan yaklaşımına getirilen eleştirilerin hemen hiçbiri kuramın öncüllerine ya da yapısına yönelik değildir; genelde eleştirmenlerin en çok rahatsızlık duyduğu nokta, kaynak metne sadakatin yok edildiği görüşüdür.6 Uçların açılmasıyla çeviri ele avuca sığmayacak, nerden tutacağımızı bilemeyeceğimiz birşey olacak, çeviribilim yıkılacak, çeviri eğitimi yolunu şaşıracak, hatta çevirmenler çeviri yapamayacaklarmış gibi bir korku yaygın. Bunun kuramda gerekli sonuçların çıkarılamamasına yol açması ise çeviribilimin önemli bir sorunu olarak görülebilir. Çeviribilimciler bir yandan kültürü, ideolojiyi, sınıf farkını, tarihi içine alan genişletilmiş çeviri kavramlarıyla çalışırken, bir yandan da geleneksel çeviri anlayışını kullanıyor, bunların birbiriyle ilişkisini ya da birinden diğerine geçişleri sorgulamıyor. Buysa farklı biçimlerde eğitime, çeviri eleştirilerine ve çeviri uygulamalarına da yansıyor.7

Çevirinin ardındakiler

Çeviri tanımını gözden geçirmek, ardındaki geleneği gözden geçirmeyi gerektirir. Bu gelenekten devralınan en önemli öğeyse ‚aktarım‘ fikridir. Çeviribilimin oluştuğu yıllarda, anlamın ya da bir iletinin bir alıcıya aktarıldığı düşüncesi pek çok bilim dalında etkisini göstermiş olan iletişim modellerinden alınarak çeviriye uyarlanmıştır. Shannon ve Weaver‘ın ya da Jakobson’un modellerinde iletişim, tek tek öğelerine ayrılabilecek, içeriğin bir noktadan diğerine hasar görmeden taşınabileceği çizgisel bir süreç olarak görülür. Chang bu tür modellerin iletişim gibi son derece karmaşık bir olguyu böylesine derli toplu ve yalın sunmasını iletişimde temel amacın uzlaşma olduğu görüşüne bağlıyor ve bu nedenle farklılıkların, anlamlı ve önemli olabilecek anlaşmazlıkların modelin dışında tutularak belli bir ideolojiyi yansıttığını savunuyor.8 Shannon ve Weaver ile Jakobson’un modelleri yaşamımızın pek çok alanında karşımıza çıkıyor. Bunlardan, çeviriyle alışılmışın dışında bir bağı olan en ilginç alanlardan biri de moleküler biyoloji. Moleküler biyoloji ve genetikbilim, klonlama konusunun gündeme gelmesiyle çağımızın en önemli bilim dalları arasındaki konumunu daha da güçlendirdi. Bu bilim dalının söylemine baktığımızda, karşımıza ‚translation‘ sözcüğünün ve ‚transcription‘, ‚editing‘ vb. öğelerden oluşan bir ilişkiler ağının çıktığını görüyoruz. Bergermann, genetikbilimin Shannon ve Weaver’ın iletişim modelini temel aldığını gösteriyor ve klonlama süreçlerinin görselleştirildiği modelleri eleştiriyor. Bergermann’a göre, klonlama sürecini topluma anlatmak için geliştirilen bu modellerde Shannon ve Weaver’ın sözünü ettikleri ve aktarım kanalında parazitlere yol açtığını söyledikleri öğeler tümüyle dışlanıyor. Bergermann ayrıca, modelin hücre çekirdeğinde gelişen süreçle ilgisi olmadığını savunuyor. Kitleleri ikna etme yolunda estetik kaygının ön plana çıktığı ve renkli görsel öğelerin kullanıldığı klonlama modelinde sürecin başarıyla tamamlanması için öldürülen sayısız koyunun gösterilmeyişini anlatırken istenilmeyeni ya da çıkarımızla örtüşmeyeni görmezlikten gelme yolundaki tutumun genel olarak tehlikelerine işaret ediyor.9 Model gerçeği yansıttığını savundukça düşünce dünyamızda zamanla gerçekliğin yerini alıyor; sonra biz, klonlamayı o model sanıyoruz, tıpkı iletişimin Jakobson’un modelindeki gibi işlediğini sanmamız, çeviriyi masum bir anlam aktarımından farklı düşünemiyor olmamız gibi.

Çevirinin, çeviri tanımının ardındakine bakmak, çeviribilim için önemli olan konuları da daha iyi görmemizi sağlar. ‚Ardındakine bakmak‘ derken, ‚çeviribilim’in öncelikle Batı dillerinden çevrilen bir sözcük olduğunu, bilim dalının temellerinin Batı dillerinde atıldığını anımsayalım. Bu açıdan ‚translation‘ sözcüğünü incelersek hem taşıdığı yükü daha iyi anlarız, hem de tarihi günümüze bağlamaya çalışarak ondan yararlanabiliriz.

‚Translatio’ Ortaçağ‘da hem somut hem de soyut ‚aktarım‘ anlamında kullanılan bir sözcüktür. Translatio artiumtranslatio studii, translatio sapientae, translatio imperii gibi biçimlerde eşyaların, kitap ve bilginin ya da egemenliğin aktarımı anlamlarında karşımıza çıkar. Vermeer, ‚translatio’nun hem maddesel aktarım hem de teknik güç aktarımı ve tinsel aktarım olarak, başka deyişle düşüncelerin iletilmesi olarak da anlaşıldığını söyler; „bu anlamda her tür sürekliliğin temelinde bir translatio vardır“.10 ‚Translatio studii et imperii‘ şeklindeki kullanımda ise egemenliğin ya da gücün aktarımıyla kitapların ve bilginin aktarımı birarada anılıyor ve bu gücü elinde tutanla bilgiyi elinde tutanın birbirinden ayrılamayacağı çağrıştırılıyor. ‚Translatio imperii‘ terimi Ortaçağ Avrupası’nda dinsel ve politik gücün bir imparatordan bir diğerine geçişi, bir halk ya da bölgeden bir diğerine geçişi gibi durumları anlatırken önemli rol oynuyor. Bu kavram üzerine yazılan temel yapıtlardan birini kaleme alan Alman tarihbilimci Goez’e göre ‚translatio imperii‘ egemenliğin bir toplumun elinden alınıp başka bir topluma verilmesi anlamına geliyor.11 Goez’ün çalışmasından terimin Eski Ahit‘e dayandırılarak dünya tarihinin sürecini belirlediği şekilde yorumlandığını, egemenliğin Tanrı'dan insana aktarılmasından sonra doğudan batıya doğru kayacağına inanıldığını anlıyoruz. ‚Translatio imperii‘ kavramının farklı kullanımlarına baktığımızda aktarım düşüncesinin tutarlı biçimde korunmadığını, kimi zaman imparatorluğun tüm özellikleriyle bir imparatordan bir sonrakine geçmesi anlamında kullanılırken, kimi zaman coğrafi kayma, hatta dönüşüm anlamına geldiğini görüyoruz. Goez ayrıca bu temanın, Ortaçağ‘da hem Tanrı‘dan insana, hem papadan imparatora, hem bir imparatordan bir başkasına geçiş için kullanılabildiğini gözler önüne seriyor. ‚Translatio imperii et studii‘ çok tanrılı Eski Yunan kültüründen hıristiyan inancını benimsemiş olan Roma kültürüne ve Latinceye geçişte de önemli rol oynuyor. Burada, geniş anlamda çeviriyle günümüzde dar anlamda kullanılan çeviri biraraya geliyor, çünkü bütün bir kültürün yeni bir kültüre dönüşümü, o kültür içinde eritilmesi çabası söz konusu oluyor. Bu çabanın altında yatan amaç, hıristiyanlık öncesinin klasiklerini sağ salim hıristiyan kültürüne taşımak şeklinde yorumlanıyor. Robinson bu amaç doğrultusunda, İsa’dan önce yaşayan toplumların İsa’nın gelişini hazırladığı yolunda bir inancın geliştirildiğini anlatıyor.12 Bu yorum çerçevesinde güneşe koşut olarak düşünülen doğudan batıya geçiş de Pitagoras’ın metempsychosis olarak adlandırdığı ruhların göçü (ya da yeniden doğuş) inancının bir çevirisi olarak görülebilir. Eski Yunan düşünürleri nasıl her ruhun farklı beden ve yaşamlardan geçerken temelde aynı kaldığını düşünmüşse ‚translatio‘ kavramının temelinde de imparatorluğun tüm geçişlere karşın aynı kaldığı görüşü yatıyordu denebilir. Ancak, ‚translatio‘ kavramı tarihsel gerçekliklere uyum sağlamak üzere farklı farklı anlamlara bürünmüş, yeniden yorumlanmış, kendisi de bir çeviri sürecinden geçmiştir. Tarihçiler, ‚translatio imperii et studii‘ düşüncesinin Roma İmparatorluğu’nun çökmesiyle son bulduğu konusunda birleşiyor. Ancak, Robinson’un dediği gibi, gelişmenin, ilerlemenin ve politik gücün doğudan batıya gittiği görüşünün günümüzde de alttan alta varlığını sürdürdüğü, çağımızda gücün Batı Avrupa‘dan ABD’ye kaydığı söylenebilirse günümüz bağlamında da Goez’ün yukarıda değindiğim‚ egemenliğin bir halkın elindem alınması sorunu üzerinde durulabilir.

‚Translatio’nun tarihteki serüveni bize günümüzde ‚çeviri‘ dediğimiz olguyla ilgili pek çok ipucu veriyor. Hem aktarım sorununun ne denli karmaşık bir yapıda olduğunu, hem de türü ne olursa olsun ‚aktarım’ın her zaman güç dengelerinden, ötekini eritmek, yok etmek gibi sorunlardan soyutlanamayacağını gösteriyor. ‚Translatio‘ sözcüğünün ‚interpretatio‘, ‚conversio‘, ‚imitatio‘, ‚hermeneia‘ gibi Latince ve Yunanca başka, yakın denebilecek sözcüklerle bağları da çağdaş çeviribilimin tartışmalarında açılımlar sağlayabilecek niteliktedir. Örneğin Yunanca ‚hermeneia‘ sözcüğü genelde ‚yorum’a benzer, ikincil bir eyleme gönderme yapan anlamıyla bilinir. Copeland, Philo ve Aristoteles metinlerinden yola çıkarak sözcüğün ‚dile gelme‘, başka deyişle bir düşüncenin ifade edilmesini, yani dilin kendisini de belirttiğini gösteriyor. Özellikle Aristoteles’in Peri Hermeneias’ında dil ve düşünce arasındaki bağı anlatmak için ‚özgün’e yakın bir anlamda kullanılan ‚hermeneia’nın daha sonra ‚yorum‘ anlamını kazanması ilginç bir gelişmedir. Copeland, Latince ‚interpretatio’da da benzer bir anlam genişlemesi ya da kayması görüldüğünü söylüyor ve yine özgün, yani ‚birincil‘ olanla ‚ikincil‘ konumdaki yorum kavramlarının birbiriyle bağını vurguluyor.13 Her iki sözcüğün Ortaçağ‘da ayrıca dilsel aktarım olarak çeviri anlamında da kullanılması çevirinin özgünlük, yaratıcılık, yorum, vb. kavramlar arasında hareketiyle ilgili açılımlara olanak tanıyor.14

Tarihsel ‚gerçekleri‘ listelemekle yetinmemek koşuluyla, çeviri tarihi çalışmaları, çeviribilimin önemli yapı taşlarını oluşturuyor ve çeviri kuramına kavramlarını gözden geçirirken destek sağlıyor. Oluştukları dil ve kültür ortamlarından ayrı düşünemeyeceğimiz bu kavramların başka kültür ortamlarında ortaya çıkan benzerleri üzerinde çalışmak da çeviribilime zenginlik katmakla kalmayacak, kuramların yeniden yorumlanmasında ve dönüştürülmesinde önemli rol oynayacaktır. Bu bağlamda Paker‘in, Osmanlı geleneğinde ‚terceme‘ ve ‚nazire‘ gibi kavramların ‚translation’dan farklı özelliklerini ve bu kavramların Osmanlı kültür ortamıyla ne denli içiçe olduğunu gösteren çalışmalarıyla öncülük yaptığı söylenebilir.15

Berman’a göre çeviri tarihi yazmak, çeviribilimin en önemli görevidir. Doğaldır ki bu tarih, dillerin, kültürlerin, yazınların ya da dinlerin ve ulusların tarihinden bağımsız olarak düşünülemez, ancak yine de onlardan ayrı tutulmalıdır.16 Çeviri tarihinden öğrenebileceğimiz pek çok şey var. Aynı şekilde, yukarıda etnoğrafya ve genetikbilim örneklerinde görüldüğü gibi, çevirinin ‚mecaz‘ olarak kullanıldığı başka alanlara bakmanın da çeviribilimin kendini, temel kavramlarını ve bu kavramların disiplin sınırlarını aşan etkilerini düşünmesi açısından önemli olduğunu düşünüyorum. Bu, diğer dallarla etkileşimini de farklı bir boyuta taşıyacaktır.17

Çeviri tarihine ve çeviribilim dışına yaptığımız yolculuk dönüşünde çantamızı açıp düzenlediğimizde karşımıza çağdaş çeviribilimin merkezini oluşturduklarını söyleyebileceğimiz konular çıkıyor. Bunların belki en önemlisi, ‚özgün‘ metin ile ‚çeviri‘ metin arasındaki ayrım, o ayrımı yapmanın olanakları ya da olanaksızlığı konusudur. Çeviriyi dilin temelinde yatan, onun bir parçası olan bir olgu olarak değerlendirirsek bu, çevirmenin toplum içindeki konumundan telif haklarına, çalışma koşullarından çevirilerin kalitesine, çeviri eleştirisinden çeviri eğitimine, kısaca uygulamalı alanın her köşesine yansıyacaktır. Aslında özgün metin – çeviri ilişkisinin çeviri uygulamalarında, günlük çeviri çalışmalarında sürekli sorgulandığı söylenebilir. ‚Sadakat‘ düşüncesinin en çok tartışıldığı yazın çevirisinin çeviribilimin alt alanlarından yalnızca biri olduğu, çeviri bölümleri mezunlarının büyük çoğunluğunun yazın çevirisi ya da yayıncılıkla değil, teknik çeviriyle uğraştığı unutulmamalıdır. Günümüzde de çeviri kuram ve bilimcilerinin çoğu yazın çevirisinden yola çıkıyor. Kuşkusuz, örneğin eski sömürgeler bağlamında yürütülen çalışmalar düşünüldüğünde yazın çevirisi incelemeleri çeviribilim için vazgeçilmez kaynaklar sunuyor. Ancak bilgisayar yazılımlarının yerelleştirilmesinden mahkeme çevirisine uzanan geniş çeviri türleri yelpazesinden de kuramın öğrenebileceği çok şey var. Sözgelimi medya çevirisine ve politik metin çevirisine baktığımızda çeviribilimin anatemalarından olan ‚güç‘ öğesiyle karşılaşıyor, çevirinin politik çıkarlara alet edilebildiğini, kültürlerarası asimetrilerin nasıl belirginleştiğini görüyoruz. Mahkeme çevirisi ve genel anlamda toplum çevirisi alanlarına eğildiğimizde ise tarafların konumuna ilişkin dengesizliğin bireylerarası ilişki düzeyinde yaşandığına tanık oluyoruz. Davası görülen bir sığınmacının iletişim koşulları yargıcınkinden, dil ve kültüre yabancı bir psikiyatri hastasının konumu doktorunkinden çok farklıdır. Bu durumlar göz önüne getirildiğinde çevirinin masum bir aktarım olarak tanımlanamayacağı daha iyi anlaşılıyor. İlişkilerdeki asimetrinin son yıllarda yoğun olarak konu edilmesinin bir sonucu olarak etik konusu da çeviribilimin gündemine oturdu. Çevirmenin sözcükleri değiştiren bir makine değil de düşünen, duyan, alımlayan, yorumlayan bir birey olması, ‚yansız‘ ya da ‚nesnel‘ davranmasının sözkonusu olmadığı görüşünü beraberinde getiriyor. Bu da çeviribilimcileri ve eğitmenleri çeviri eylemi için yeni ölçütler aramaya zorluyor.

Çevirinin, uygulamalarıyla, kuramsal soru ve sorunlarıyla başka alanları da ilgilendiren ve disiplinlerarası yaklaşımlarla ele alınması gereken bir konu olduğu görülüyor. Bu bağlamda, çeviri kavramlarındaki çeşitlilik ile bu kavramlar arasındaki geçişler üzerine yapılacak çalışmaların önemli olduğunu düşünüyorum. Çeviribilim bağımsızlığını ilan ettiği alanlarla yeniden iletişime geçerken disiplinlerarası ilişkilerde de yeni dengeler oluşacaktır. Çevirinin, çevirmenin ve çeviribilimin daha görünür kılınması ise yalnızca konusu insan olan tüm akademik dallara değil, çeviriyi her an yaşayan toplumların bireylerine de yeni bakış açıları, parçası oldukları süreçlere karşı yeni bir duyarlılık kazandırabilir.


1 Tyler, Stephen. “Post-Modern Ethnography: From Occult Document to Document of the Occult,” Writing Culture: The Politics and Poetics of Ethnography, yay. haz. Clifford, James; Marcus, George E. University of California Press, 1986, s.137-138 (kendi çevirim).

2 Berman, Antoine: L’épreuve de l’étranger. Paris: Gallimard, 1984, s.11 (kendi çevirim).

3 bkz. Heidegger, Martin. Zur Seinsfrage. Frankfurt am Main: Klostermann, 1977 ve Heidegger, Martin. Unterwegs yur Sprache. Stuttgart: Günther Neske, 1993.

4 bkz. Toury, Gideon In search of a theory of translation. Tel Aviv: The Porter Institute, 1980 ve Toury, Gideon.

Descriptive Translation Studies and beyond. AmsterdamPhiladelphia: John Benjamins, 1995.

5 krş. Benjamin, Walter. „Die Aufgabe des Übersetzers“ Walter Benjamin: Gesammelte Schriften, IV.I, 10. Frankfurt am Main: Suhrkamp, l972 ve Derrida’nın bu metne getirdiği yorum: Derrida, Jacques: „Des Tours de Babel“; Graham, Joseph F. (yay. haz.) Difference in Translation. Ithaca, London: Cornell University Press, 1985.

6 Vermeer’in kuramsal çerçevesi için bkz. Vermeer, Hans J. Die Welt, in der wir übersetzen. Drei translatologische Überlegungen zu Realität, Vergleich und Prozeß. Heidelberg: TEXTconTEXT, 1996.

7 Ancak, kuramsal gereklilik olarak görülebilecek bu gevşetme ve açılım bağlamında söylenenler uygulama düzeyinde çeviri yöntemleriyle karıştırılmamalıdır. Çeviri tanımının sınırlarını gevşetmek gerek derken bu noktadan ‚çeviri şöyle ya da böyle yapılmalıdır‘ şeklinde bir yönlendirmeye gidilemez.

8 Chang, Briankle G. Deconstructing Communication. Representation, Subject, and Economies of Exchange. Minneapolis, London: University of Minnesota Press, 1996, s. 175; krş Baudrillard, Jean. Pour une critique de l’économie politique du signe. Paris: Gallimard, 1972, s.220.

9 Bergermann, Ulrike. „Das graue Rauschen der Schafe. Diagramme für die Übertragung von Nachrichten und Genen“; Future Bodies. Zur Visualisierung von Körpern in Science und Fiction. Yay. haz. Angerer, Marie-Luise vd. Wien, New York: Springer, 2002, 109-127.

10 Vermeer, Hans J. Das Übersetzen im Mittelalter (13. und 14. Jahrhundert), I: Das arabisch-lateinische Mittelalter. Heidelberg: TEXTconTEXT 1996, s.257.

11 Goez, Werner. Translatio Imperii. Ein Beitrag zur Geschichte des Geschichtsdenkens und der politischen Theorien im Mittelalter und in der frühen Neuzeit. Tübingen: Mohr (Siebeck), 1958, s.3.

12 Robinson, Douglas. Translation and Empire. Postcolonial Theories Explained. Manchester: St. Jerome, 1997, s.53. Ayrıca krş. Copeland, Rita. Rhetoric, Hermeneutics, and Translation in the Middle Ages: Academic Traditions and Vernacular Texts. Cambridge: Cambridge University Press, 1991, s.29.

13 Copeland, agy, s.88.

14 Vermeer, Latincede ‚çeviri‘ anlamında ya da ona yakın anlamlarda kullanılan pek çok başka sözcük de sıralıyor ve bu çeşitliliği konuya duyulan ilgiye bağlıyor (örneğin ‚interpretari‘, ‚mutare‘, ‚reddere‘, ‚tradere‘, ‚transferre‘ (‚trans/con)vertere‘, ‚transscribere‘, (‚ad verbum aliquid) exprimere‘, (‚verbum verbo) exprimere‘) çeviriye duyulan ilgiye bağlıyor. Bkz. Vermeer, Hans J. Skizzen zu einer Geschichte der Translation. Anfänge von Mesopotamien bis Griechenland. Rom und das frühe Christentum bis Hieronymus. Frankfurt am Main: IKO, 1992, s.179.

15 Örneğin bkz. Paker, Saliha. „Translation as Terceme and Nazire. Culture-bound Concepts and their Implications for a Conceptual Framework for Research on Ottoman Translation History“; Crosscultural Transgressions. Research Models in Translation Studies II. Historical and Ideological Issues. Yay. haz. Hermans, Theo. Manchester, Northampton: St. Jerome, 2002.

16 Berman, ady, s.12-13.

17 Bkz. örneğin Şebnem Bahadır’ın çeviribilim-etnoğrafya ilişkisini konu alan çalışmalarından „Der Translator als Migrant - der Migrant als Translator?“; TEXTconTEXT 12 = NF 2, 1998, 263-275. Dilek Dizdar, Boğaziçi Üniversitesi Mütercim-Tercümanlık Bölümü ve Almanya, Mainz Üniversitesi öğretim görevlisi. Bu yazı daha önce Varlık dergisinde, Ocak 2004'te yayınlanmıştı.

Kayboluş'ta Ne Var Ne Yok?

Sabri Gürses Kayboluş çevirisi genellikle niteliği açısından, özgün metinle ilişkisi açısından ele alındı. Benim aklıma bunlara mesleki olarak eklenebilecek bir soru geliyor: çevirmenlerin yayınevlerine yaratıcı çeviri yapmasının yolu bu kitapla açılmış oldu mu? Umarım açılmıştır, böylece özgün çeviri çalışmalarıyla karşılaşacağız demektir. Diğer yandan, Kayboluş'un çevirisi oldukça okunaklı bir çeviri, fakat özgün metinle karşılaştıramadığım için nasıl bir çeviri işleminin gerçekleştirilmiş olduğunu anlayamadığım bölümlerle karşılaştım. Örneğin, 178-179. sayfalarda Arnavutluk, Kanuni, dragoman/dilmaç, İslam, Divan-ı Hümayun, III. Mahmud gibi isimler geçiyor, en ilginç yanı İstiklal Marşı'nın bir evirtmesine yer veriliyor (abç):

Mavrokhordatoslar (kimi kayıtlarda Mavrocordato ya da Maurocordata olarak da yazılı olan adları, çok az bilindiği İçin bulmacaların ilk olarak yaratıldığı dil olduğuna inanılan bir Balkan lisanında "bağrı kara" ya da "kalbi karanlık bir güç sahibi" anlamını taşıyordu) atadan İstanbulluydu. Bir taraftan Bahr-i Siyah kıyısındaki Hurufi kabristanına, öbür taraftan biri dışında bütün Marmara adalarına bakan manzaralı bir sarayda otururlardı. Mavrokhordatoslar tarih boyunca padişahlara sayısız saray adamı sağlamışlardı. Stanislas Kanuni'nin tıraşını yapmış; Konstantin İbrahim'in tabibi olmuş; Nikolas dragoman (bugün dilmaç diyoruz) olarak çalıştıktan sonra sultanı Abdülaziz için (çoğu sahaflardan) İslam dinini ululayan bir milyon kitap toplamış; onun oğlu Küçük Nikolas da Boğdan hospodarı yapılmıştı. Bir sözü bir lisandan bir başkasına aktardığında, basit bir düsturdan yararlandığını ortaya koyan bir sürü ipucuna karşm, hiçbir sivriliği olmayan, yumuşak bir üslupla, bir Allanın kulunun anlamlandıramadığı bir laf salatası ortaya çıkardığı için Abdülhamid'in Küçük Nikolas'a itimadının tam olduğu bilinirdi.
Küçük Nikolas'm arması, yalım yalım yanan kadın başlı, aslan vücutlu canavardı. Sultanın iltifatına mazhar olduğu için bir gün sadrazam ya da hadımağası olacağına inanıyordu. Ama üç yıl sonra hospodarm kazanmış olduğu gücü kıskanan, bu gücün İstanbul'a karşı kullanılmaya kalkışılmasından kaygılanan III. Mahmud onu öldürttü, akrabalarının çoğunu da kazığa oturttu. Bu kıyımdan zorlukla kaçmayı başaran Mavrokhordatoslar da oldu. Olga'nın büyükbabası Augustin, Divan-ı Hümayun'u ardında bırakarak Durazzo'ya gidip orada avukatlığa başladı. Daha sonra padişaha başkaldırının bayraktarlığını yapan bir yayın çıkarmaya koyuldu. Bir gün açıkça ayaklanma çağrısı yaptı. Yazısında, "Arnavutlar! Tarih boyunca hür yaşadık, hür yaşarız. Hangi çılgın boynumuza zincir vurabilir? Şaşarım! Azgın bir ırmak gibi karşımızdaki barajı yıkıp aşalım; yırtalım dağlan ufuklara sığmayalım, tasalım. Hakka tapan ulusumuzun hakkıdır istiklal!" diyordu. Bu coşkulu ajitasyon bütün Durazzo ahalisini ayağa kaldırdı. O akşam dokuz on komitacı öldürüldü. Dört bir tarafta, "Türkün canını alalım", "Kahrolsun İslam" sloganları yankılanıyordu. Ayaklanmacıların bayrağı, ortasında Küçük Nikolas'in arması, yalım yalım yanan kadın başlı, aslan vücutlu canavar bulunan ak bir sancaktı. İngiliz muhafazakârlarından ilham alan. ama anarşist yönü ağır basan büyük bir ulusal parti ortaya çıkıp kamuoyuna damgasını vurdu. Büyük Byron'un uzaktan akrabası olduğu şayiası dolaşan, onun gibi kambur bir İngiliz olan Arthur Gordon adlı biri, yazdığı Ulusal Marş'la başkaldıranları daha da coşturdu. Ulusal Marş kısa zamanda sipahinin yatağanına, zabitin piştovuna kulak asmayan ahalinin ağzına sakız oldu.
Daha ilerde, 254-255. sayfalarda Ankara, Küçük Ağa, saraylar, konaklar, banknotlar gibi tanıdık kelimelerle karşılaşıyoruz:
Baban ya da babam (adını bilmiyoruz, daha doğrusu adını ağzımıza alamıyoruz) Ankara'da doğmuş. Atalarımız ilin kalburüstü kodamanları arasında saydırmış. Sahip oldukları muazzam mal mülk açısından Kral Midas 'la karşılaştınlırlarmış. Ama bu mal varlığının miras yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılması daima bin bir sorun yaratırmış. Çünkü mutlaka mirasta hak iddiasında bulunan, dokuzar onar çocuklu, otuza yakın kişi olurmuş. Haklı olarak, onca irata, hasılata karşın anaparanın, paylaşıla paylaşıla azalıp yok olmasından korkulurmuş. Büyük oğulun mümkün olduğu kadar kollanıp kayırılması soyumuzun örfüymüş. Küçük çocuklara yalnızca sofra artıkları, kırıntılar kalırmış. Bütün mal varlığı, iltimaslı büyük oğula, Küçük Ağa'ya sunulunnuş: Saray, konaklar, tarlalar, ormanlar, banknotlar, bonolar, altınlar, pırlantalar, takılar onun olurmuş. Başkalarının çalışmaktan anaları ağlar, onun parmağım oynatmasına imkân tanınmazmış.
Ama en ilginç olan 278. sayfadaki bir cümle. Bunun özgün halinin ne olduğunu gerçekten çok merak ettim:
Türk üst kimliğini sindirişim açısından başat bir bağlantı noktası oluşturan, o buralara has tarz, o buram buram mahalli koku içimi ısıtmıştı.
Kayboluş, çevirmenin niyetini, çalışma yöntemini çok merak ettiren bir çeviri. Bu açıdan da çok başarılı doğrusu.

11 Mart 2006

Kitap Çevirmenleri Ankara Yolunda

Kitap çevirmenlerinin bir Meslek Birliği kurma çabası meyvesini veriyor. Türkiye'nin çeşitli şehirlerinde çevirmenlik yapan, 100 kadar çevirmenin kurucu üye olmak üzere imza vermesinin ardından, kitap çevirmenleri önümüzdeki hafta ilgili kurumlara resmi başvurusunu yapmak üzere Ankara'ya yola çıktı. Kitap çevirmenleri 4 Mart 2006 tarihinde yaptıkları toplantıda Meslek Birliği'nin geçici yönetim kurulunu seçmişti. Geçici yönetim kurulu üyeleri şu isimlerden oluşuyor: Tuncay Birkan, Sevinç Altınçekiç (Başkan Yardımcısı), Mehmet Moralı (Sayman), Gürol Koca ve Sevgi Tamgüç. Kurulun yedek üyeleriyse Mustafa Tüzel, Çiçek Öztek, Asli Biçen Birkan, Metin Saltoğlu ve Taylan Tosun (Doğan). Kitap çevirmenleri meslek birliğine kurucu üye olmak üzere imza veren çevirmenler: İstanbul Alev Özgüner, Ali Berktay, Ali Ekber Yıldırım, Altuğ Yılmaz, Aslı Açan, Aslı Biçen Birkan, Aslıhan Aksoy Sheridan, Aylin Ülçer, Ayşe Berktay Hacımirzalıoğlu, Banu Irmak, Belma Baş, Beril Eyüboğlu, Betül Parlak, Bilal Çölgeçen, Bülent Kale, Bülent Oral Doğan, Cumhur Orancı, Çağlar Tanyeri, Çiçek Öztek, Çiğdem Kıyıcı, Çiğdem Aksoy Fromm, Defne Orhun, Demet Elkatip, Deniz K. Pala, Ebru Kılıç, Elçin Gen, Emrah Efe Çakmak, Erkal Ünal, Gamze Varım, Gökçe Köse, Gönül Tuğba Akdağ, Gül Ülker, Gürol Koca, Handan Akdemir, Handan Salta, Hatice Pınar Şenoğuz, Hayrullah Doğan, İpek Seyalioğlu, Kahraman Türel, Levent Cinemre, Mehmet Moralı, Mehmet Özgül, Mustafa Tüzel, Nedim Çatlı, Nihan Özyıldırım, Nuran Yavuz, Ogün Duman, Olcay Boynudelik, Özlem İlyas Tolunay, Renan Akman, Sabri Gürses, Serpil Çağlayan, Sertaç Canbolat, Sevgi (Tamgüç) Balıkçıoğlu, Sevinç Altınçekiç, Sıla Okur, Süheyla Sarı, Süleyman Doğru, Şefika Kamçez, Tuncay Birkan, Yosun Erdemli Oflas, Yusuf Eradam, Zerrin Yanıkkaya, Zeynep Altıok Kaya. Ankara Cem Soydemir, Emine Ayhan, Fulya Koçak, Fahri Öz, Hüseyin Can Erkin, Metin Saltoğlu, Yasemin Tezgiden, Yavuz Alogan. İzmir Nuri Plümer, Nedim Demirtaş, Cenk Türkman.

10 Mart 2006

Rusça Edebiyat Çevirmeni: Kanşaubiy Miziyev

Sabri Gürses Rusça çevirmen Kanşaubiy Miziyev, 7 Mart 2006 günü Okan Üniversitesi’nde Rusça çevirmenliği üzerine bir konuşma yaptı. Çevirmen Miziyev’in adı ilk olarak Ahmet Necdet’le birlikte yaptığı Yevgeni Onegin çevirisiyle duyulmuştu. Puşkin’in ünlü şiir-romanı Yevgeni Onegin, 2003 yılında iki çeviriyle yayımlanmış, Azer Yaran’a ait çevirinin mi, yoksa Ahmet Necdet-Kanşaubiy Miziyev’e ait çevirinin mi daha başarılı olduğu konusunda tartışmalar yapılmış, Necdet-Miziyev çevirisi çeviri ödülü almıştı. Konuşmasına Türkiye’ye ilk kez 1972 yılında, Aliağa Tesisleri’nde staj görmek üzere geldiğini belirterek başlayan Kanşaubiy Miziev, o dönemde Rusça bilenler arasında yeterince ilişki olmadığını, bugünse durumun büyük ölçüde değişmiş olduğunu belirtti. “Rus şiirinin önemi dünyada bellidir. Ancak ve ancak yeni kurumuş ülkelerde çevirisi yoktur. Türkiye de Rus şiirini ilk okuyan ülkelerden biridir” diyen Miziyev, “Lermontov’un Yelken adlı şiirini Ahmet Necdet’le çevirdikleri sırada şiirin 1898 yılına ait bir çevirisiyle karşılaştıklarını, bunu da yayınladıklarını söyledi. Şiirin üçüncü dilden çevrilemeyeceği görüşünü öne süren Miziyev, böyle bir durumda hatanın kim tarafından yapıldığının belli olmayacağını söyledi. “Az kullanılan dillerden çeviri yapıldığında bu yola başvurulabilir, ama yan yana yaşayan ülkelerin şiirlerini üçüncü dillerden çevirmek anlamlı değildir.” “Şiir orijinal dilinden çevrilmelidir. Bu mümkün müdür? Bunu ortam belirler. Türkçeden Rusçaya çeviriler azdır. Bana Rus asıllısınız, niye Rusçaya çeviri yapmıyorsunuz, mesleğimizi elimizden alıyorsunuz diyorlar. Ama ben Rusya’dayken Rusçaya çeviriyordum. Rusya’da ilk Türk filmini Rusçaya ben çevirdim. Türkiye’ye gelince Türkçeye çevirmeye başladık. Kolektif çevirinin daha doğru olduğuna inanıyorum. Sözgelimi Pasternak dahi bir şairdir. Türkçe’de zayıf bir kitabı, Doktor Jivago’yla tanınıyor. Oysa başka birçok eseri, özellikle Rusya’da çevirmenliği önemlidir.” Şair ve çevirmen Ahmet Necdet’le birlikte çalışmalar yaptıklarına değinen Miziyev, birlikte yaptıkları Onegin çalışması için Ahmet Necdet’i iki yıl boyunca ikna etmeye çalıştığını söyledi. “Uzun süren bir çalışma oldu, çünkü ben iş nedeniyle çok fazla yurtdışı seyahat yapıyordum ve gittiğim yerlerde, otel odalarında çeviriyordun Onegin’i. .. Çalışma yöntemimiz şöyleydi: ben düz çeviri yapıp veriyordum, Ahmet Necdet şiirleştiriyordu, sonra birlikte oturup çeviriyi elden geçiriyorduk. .. Bu şekilde çalışınca kontrol eden biri olmuş oluyor. Ben, şurası olmadı diyorum, şu kafiyeyi yok etmemek gerektiğini tartışıyoruz .. müzik olmalı, hece sayısı tutmalı, anlam olmalı. Şair kuşkusuz anlam için yaratıyor, bu üç öğe de bulunmalıdır. .. Sıradan bir çevirmenin bunu yapması mümkün değildir. Nasıl sıradan? O dönem tarihini bilmek lazım, balecileri bilmek lazım, Puşkin’in düşüncesini, aşklarını bilmek lazım, dönemin nakliye sistemini bilmek lazım. Şu andaki Rusya’yı bilen bir çevirmen Onegin’i çeviremez, o dönemi bilmesi lazım. .. Nabokov, çeviride büyük yardımcı oldu. Nabokov 1000 sayfaya yakın bir Onegin incelemesi yapmıştır. Onegin çevirirken bizim yaptığımıza benzer bir düşünceyle yola çıkmıştır. Ona göre bir şiiri yüzde 100 çevirmek mümkün değlidir. Nabokov da İngilizceye çevirdi ama düzyazıyla çevirdi, tabii biz Nabokov’un yapamadığını yaptık demek istemiyorum.” “Genç çevirmenlere tavsiyem, Nabokov gibi her esere 10 yıllarını vermeleri değil, ama çeviriye bilimsel olarak yaklaşmaktır. Ben genç yaşta Onegin’i çevirmeye başladım, yarıda bıraktım, hazırlıklı değildim tabii. .. Son yıllarda Rus şiirini Türkçeye kazandırmak yolunda önemli adımlar atıldı. 300-60’lı yıllarda Rus edebiyatı büyük ilgi görüyordu, ama daha çok düzyşazıyla. Puşkin düzyazılarıyla tanınmıştı. 70’li yıllarda ben Türkiye’ye geldiğimde Puşkin’in şair olarak tanınmadığını gördüm.” Miziyev, son zamanlarda Ataol Behramoğlu gibi Rusçayı bilen ve iyi şair olan önemli çevirmenlerin şiir çevirileri yaptığına da dikkat çektikten sonra, Ahmet Necdet’le birlikte yaptıkları şiir çevirilerinden örnekler okudu. Miziyev'in Onegin'den bir bölüm okumasının ardından, Okan Üniversitesi'nden bir Rusça öğrencisi de Onegin'den Tatyana'nın mektubu bölümünü Rusça olarak okudu (ikinci resim). Miziyev, genç çevirmenlerin Rus şiirinin Gümüş Çağı’yla ilgilenmeleri gerektiğini, bu dönemde sevecekleri şairlerle kesinlikle karşılaşacaklarını söyleyerek sözlerine son verdi. Kanşaubiy Miziyev'le yapılmış bir söyleşi için.

09 Mart 2006

"Zorlu Çeviri": Kayboluş

Armağan Ekici, 9 Mart 2006 tarihli Cumhuriyet Kitap'ta Kayboluş çevirisiyle ilgili ayrıntılı bir yazı yazmış. Çok Katmanlı Yapıların En Güzeli adlı bu yazıdan çeviriyle ilgili kısmı aktarıyoruz:

Bildiğim kadarıyla, Türkçedeki Kayboluş, bu zorlu çevirinin herhangi bir dünya dilinde üçüncü kez başarılması (Almanca: Eugen Helmle, Anton Voyls Fortgang, 1969; İngilizce: Gilbert Adair, A Void, 1994). Başka dillerde Kayboluş'un izine rastlayamadım; yalnızca Danimarka diline bir kısmının aktarıldığı ile ilgili bir iz buldum. Durum buysa, Türkçe adına pek alışık olmadığımız bir Öncülük durumuyla karşı karşıyayız demek -anadilimiz adına sevinmemek mümkün değil. Cemal Yardımcı'nın her açıdan çok yetkin, tam olması gerektiği, hayal edeceğim gibi yaptığı bu çeviri, bana büyük bir okuma zevki tattırdı - Cemal Yardımcı, Perec'in bulmacalar, oyunlar yumağı olan metnine, yine tam olması gerektiği gibi, Türkçeye aktarırken eklediği bulmacalarla (Savorgnan = Hicibilain, Arthur Gordon Pym bilmecesinin Türkçede aldığı hal...) yaptığı çeviriyi de ayrıca okunacak bir eylem olarak sunmuş, doğrudan doğruya, çeviriyi alıp Özgün metinle ve diğer çevirileriyle karşılaştıracak okura hitap eden birçok unsur da serpiştirmiş; bu kitap da ancak böyle çevrilebilirdi. Lipogram işine meraklı olanların iyi bildiği bir itiraz vardır: eğer amaç akrobasiyse, Türkçe lipogramlar içinde a harfi olmadan yazılmalıdır, Türkçenin en sık kullanılan harfi a'dır. Örneğin, Raymond Queneau'nun önerdiği "lipogram güçlük endeksi", harfin dildeki sıklığı ile kelime sayısını çarpmaya dayanıyor; Derya Arda, Ercan Buluş ve Tarık Yerlikaya'nın kriptoloji ve Türkçe şifre çözümü üzerine sundukları bir makalede, Türkçede a'nın sıklığı % 12, e'nin sıklığı % 9 olarak veriliyor. Demek ki, Türkçede a kullanmadan yazmak, e kullanmamaya oranla üçte bir oranında daha zor. Peki, durum buysa kitabın çevirisi de a kullanmadan mı yapılmalıydı? Böyle bir metni düşünmek mümkün. Eksik unsurun beşinci değil birinci unsur olduğu, hemen girişinde eksik bir kısım içeren, bu eksiklik kesitinde Entıni Sslihrfrn görüntüden çıktığı sonucunu bize hissettiren, içindeki tüm yirmi dokuz unsurlu listelerde ilk unsurun eksik olduğu bir Türkçe metin, bir Yokoluş üretilebilirdi şüphesiz. Muhtemelen, böylesi bir metin iyice gülünç olurdu: büyük ünlü uyumu nedeniyle, bu kısıtın çizdiği çerçeve içindeki Türkçe, hele yüksek sesle okunurken, çehremize sürekli bir gülümsemeyi yerleştiren, sesimize (Kubrick'in filmindeki psikolojisi şüpheli nükleer fizikçi) Herr Doktor Merkwürdigeliebe'nin sürekli bir sırıtışın içinden söylenmesine benzer bir ton veren bir Türkçe. Nedir ki, bence, böylesi bir çeviri tümden geçersiz bir çeviri olurdu: Perec'in seçmiş olduğu yüzlerce, belki de binlerce özel ismin neredeyse hepsini değiştirmemiz, demek ki Perec'in birikiminin, seçimlerinin yerine tümden değişik bir birikimi, metnin temeline Perec'in evreninden neredeyse kesinlikle kopmuş bir evreni yerleştirmemiz gerekirdi. Eğer istediğimiz böylesi bir metinse, Perec'in metnini çevirmek yerine tümden yeni bir metin oluşturulsun, doğrusu budur. Bence, zorluk açısından, Perec ile bu işe bugün kalkışan biri arasındaki asıl haksız avantaj farkı, bugün elimizin altında bilgisayar teknolojisi olması. Perec'in malzemesini elle topladığı, kitapta bir e kalıp kalmadığının kontrolünü elle yaptığını düşününce bu işe yatırdığı emeği biraz daha iyi takdir edebiliriz -Oulipo'cular arasında kitabın bir yerlerinde bir tane e kaldığı şakası epey dönmüş, Perec'in de kitabı e'lerin istila ettiği kâbuslar gördüğü bilinir. Oysa bugün bir metinde bir harfin yokluğunu çok basit bir komutla teyit edebiliyor, programlama dillerinden çok temel düzeyde haberdarsak kolaylıkla içinde belli harflerin geçmediği sözcük listeleri elde edebiliyoruz. Cemal Yardımcı'nın kitaptaki o nefis "negatif biyografisine, ya da başka kaynaklarda karşılaşabileceğiniz "pozitif biyografilerine bakınca bu yöntemlerden yararlanmamış olduğuna ihtimal vermiyorum. Bu romanı çevirmenin dayattığı birçok sorun var. Cemal Yardımcı'nın bölüm ve kısım sayılarının düzenlenmesi için ortaya attığı (evet, tabii ki bu sayılarda birer hikmet var) ve ortaya çıkan fazla bölümleri "çevirmenin notlan" için kullandığı çözümler bence son derece yerinde. Yardımcı'nın kitaba bölümler eklemesi konusunda itirazlar var; bence, asıl bu kitap beşinci bölümü eksik olan yirmi altı bölüm olarak Türkçeye çevrilseydi, bu, kitabın temel kurgusunu sakatlayan bir çeviri hatası yapılmış olurdu. Kitabın bölüm sayısı ile alfabenin harfleri arasındaki ilişki, kitabın temel entrikasının olmazsa olmaz bir unsuru olduğuna göre, bu kurgusal yapıyı da Türkçeye aktarmak zorunlu; bu durumda, görebildiğim iki seçenek var: ya mevcut bölümleri yeniden düzenleyerek yirmi sekiz bölüme çıkaracak, ya da yeni malzeme ekleyeceksiniz. Böyle bir işi tamamlamış bir çevirmenin konu hakkındaki görüşlerini kitaba eklemesini her zaman tercih ederim, Cemal Yardımcı'nın bu notlarını eklerken kitabın "bölüm sayısını çevirme" problemini de çözmesi bence son derece anlamlı ve geçerli bir tercih. Kaldı ki, böylesi oyuncu bir metni yazma, okuma eylemleri ne kadar oyuncuysa, çevirme eyleminin de o kadar oyuncu olmasını beklemek bence işin ruhunun gereği. Perec'in Fransız edebiyatının en tanınmış şiirlerini e'siz yazdığı bölümde izlenmesi gereken doğru strateji için de düşünülebilecek değişik çözümler var -Helmle daha çok Fransızca şiirleri, Adair daha çok İngiliz edebiyatı klasiklerini kullanmış ("Quoth that Black Bird: 'NotAgairi "), ben de mizah etkisinin zaten okuyucunun çok iyi bildiği (tercihen ortaokul edebiyat kitaplarından alınmış) Türkçe şiirlerde en güçlü bir şekilde ortaya çıkacağını düşünüyorum. Cemal Yardımcı, Fransızca şiirleri aktarmayı seçmiş; eklediği notlarda, seçilebilecek Türkçe şiirlerden örnekler sunarak okuyucuya olan mizah borcunun bir kısmını ödedikten sonra, Karacaoğlan şiiriyle beni kırıp geçirerek borcun geriye kalan kısmını da fazlasıyla ödemiş oldu -eğer lipogram bir Aziz istanbul'un yazılmasını o kadar istiyorsam (" ") onu da ben yazayım, değil mi ama? Kitapta çözümü oldukça güç tuzaklar da var: Borges'in kaplanını Perec Fransızcada ("tigre") anamıyordu tabii, ama Türkçede bu sınırlama kalktığına göre Borges'in "kaplan'ına dönmek mi daha sadık bir çeviridir, yoksa Perec'in "jaguar'ı olarak bırakmak mı? BENZER MİZAH DUYGULARI Türk okuru için eğlenceli noktalar var demiştim. Kitabın canalıcı bir bölümünün (Perec'in hayatında ayak basmadığı) Türkiye'de geçmesi, Cemal Yardımcı'nın "yarı yazarlık" yetkisiyle son derece yerel kimi unsurları kitabın sağına soluna ekleyerek okura göz kırpmasının yanında, kitap ile Tutunamayanlar ve Tehlikeli Oyunlar arasında, Oğuz Atay okurlarına özellikle keyif verecek önemli paralellikler var bence: yine bir kahraman kayboluyor, arkadaşı onun notlarını karıştırıyor, notlar arasında değişik yazı türlerinin parodileri çıkıyor ve bu parodiler yazarın dünya görüşünü bize anlatıyor. Bu paralelliğin ne kadarı rastlantıdan ibaret, ne kadarı Oğuz Atay ve Perec'in mizah duyguları arasındaki benzerliğin, yapıtlarını kurarken benzer yollardan geçmiş olmalarının bir sonucu bilmek zor, ama ben kitabın sonlarında bir de "Yorick" ile karşılaşınca pes ettim açıkçası. Ayrıntı Yayınları'nın kitabı basarken özgün basımdaki kırmızı/siyah mürekkep ayrımını korumuş olması güzel. Üstelik Ayrıntı'nın basımında yalnızca arka kapaktaki iki kelime (hangileri?) bu kuralın istisnası olarak unutulmuş; Gallimard'ın bugün dolaşımda olan baskısında kitabın sonundaki sayfalar süren yayın listesinin unutularak siyah mürekkeple basıldığım hatırlarsak, Ayrıntı'nın bu konuda son derece önemli bir terakki kaydetmiş olduğunu da söylemek gerek (şakalaşmak da ciddi iş değil midir: bir Perec kitabının geleneksel olarak metnin dışında sayılan kısımları -dizini, arka kapağı- da ayrıca okunmayı bekleyen metinler, çözülmeyi bekleyen bulmacalar olabilir, uyanık olmak gerek). Şaka bir yana, Ayrıntı'nın 400. kitabı olarak bu kitabı seçmesi anlamlı bir tercih; yayınevinin bu kitaba gösterdiği belirgin özen ve emeğin hakkını vermek gerek. Kelime oyunu meraklıları, Perec okurları zaten çoktan bu kitaba ilgi göstermişlerdir. Ben genel olarak Türkçe edebiyatla ilgili olanlara sesleneceğim: Sınırlama altında yazı, dilin sınırlarını aramak, kullandığımız dili sınamak için de bir yöntemdir ya, bence, Türkçenin bugün ne durumda olduğunu, günümüz Türkçesinin olanaklarını merak eden herkes için okunması şart bir metin Cemal Yardımcı'nın çevirisi.

Kadın Çevirmenler

Intranews 8 Mart, Emekçi Kadınlar Günü için küçük bir araştırma yapmış ve çevirmenler arasında, kadın çevirmenlerin daha yüksek oranda olduğu sonucuna varmış. "Dünya nüfusunun yarısının kendilerini hatırlatmak için özel bir güne ihtiyaç duyması üzücü bir şey. Ama eğitime, bilime ve kültüre inanç yerine dinsel inancın bir tür ortaçağ rönesansı yaşadığı bu günlerde, Uluslararası Kadın Günü her zamankinden daha önem taşıyor. Bu yüzden Intranews'in bugünkü sayısında, her zamanki konuların yanısıra, dünyanın dört bir yanından gelen dilciler olarak kadınlarla ilgili raporlar üzerinde duracağız. İngiltere'de, bugün kadınlar dil mezunlarının %70'ini oluşturuyor. Ama kaç tanesi simültane tercüman ve çevirmen oluyor? İngilizce konuşan erkek ve kadın simültane tercüman ve çevirmenlerin oranlarını saptamak üzere çeşitli internet tarayıcılarından yararlandık. Ortaya çıkan sonuçlar aşağıda: Kadın simültane tercümanlar: 919 Erkek simültane tercümanlar: 746 Kadın çevirmenler: 9620 Erkek çevirmenler: 593 Buna göre dil ustalığı doğuştan ve özünde kadınsı bir özellik mi? Yoksa kadınlar ekip halinde çalışmayı yeğleyen erkeklere göre, serbest çalışan olarak çalışmaya daha mı eğilimli? Yoksa kendilerinin kadın olduğunu, cinsiyetlerini öne çıkarıyorlar, buna karşın erkekler buna ihtiyaç duymadıkları için bunu yapmıyorlar mı? Yoksa internet arama motorları kesinlikle güvenilmez mi? Siz karar verin." Çeviribilim, kadın çevirmenlerin Dünya Emekçi Kadınlar Günü'nü kutlar..

07 Mart 2006

Çeviriye ya da Çeviristan

Sabri Gürses Çeviri ve çeviri yorum ve kararları son aylarda gündemden düşmeyen bir başlık oldu. Çoğu zaman konu çeviri olarak belirlenmedi, fakat Küçük Prens’ten Kuran’a durmaksızın çeviri tartışıldı. Bunun üretken değil, tüketgen bir ülke olmakla mı, kuzey ya da güney, doğu ya da batı, sömürge ya da yarı sömürge ülkesi olmakla mı ilişkili olduğu gibi tartışmalar ileride yapılacaktır kuşkusuz, ama şimdilik güncel, özel durumlardaki çeviri kararları şiddetle tartışılıyor. Edebiyat alanında bu tartışmalar, Küçük Prens ya da Tolkien’deki göndermelerden başlayarak en son Perec çevirisine uzandı. Çevirmenin kitaba bölüm, daha doğrusu roman metni içine kendi metnini eklemesi şiddetli bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma içinde çeviribilim kuramları da anıldığından, herhalde daha ayrıntılı değerlendirmelere yol açacak.* Fakat bu tartışmadan daha ilginç olan, tam da eşzamanlı olarak yapılan, Kuran çevirileri tartışmasıydı. Konu aynıydı, ama daha tehlikeli bir konuydu: Kuran çevirisinde, çevirmenin metne yanıltıcı ekleme yaptığı, norm dışı göndermelere yer verdiği belirtiliyordu. Bu iki tartışmanın örtüştüğü yer ilginç, çünkü aynı zamanda edebiyat alanındaki bir benzer yaklaşımı, kaynak metnin kutsal kabul edilmesi yaklaşımını işaret ediyor. Diğer yandan bu tartışmaların ayrı toplumsal alanlarda, hiç örtüşmeksizin yapılması toplumdaki özel bir toplumsal katmanlaşmayı da işaret ediyor gibi geliyor bana: Perec çevirisi kime yapılıyor, Kuran çevirisi kime yapılıyor? Kuran çevirisi konusunu, ağırlıkla Yeniçağ gazetesi ele aldı. Arslan Bulut bu konuda ilginç yazılar yazdı, misyonerliğin yaygınlaşmasının özel örneklerinden biri olarak yorumladığı Suat Yıldırım’ın Kuran çevirisini, kısmen çeviri yöntemi açısından, kısmen de çevirmenin kaynak metinle ilgili özel yorumları açısından (Hz. İsa’nın Mesih olarak dirilmesi gibi bir yorum) eleştirdi. Bu tartışmanın ileride nasıl bir yön alacağını kestirmek zor, fakat Arslan Bulut’un bu tartışmadan sonra yazdığı bir yazı hep çeviri metinler üzerine konuştuğumuzu, ya da konuşacağımızı düşündürüyor. Arslan Bulut, bu yazısında, Orhun Abideleri ya da Ötüken Yazıtları gibi çeşitli adlarla anılan yazıtlar arasındaki Bilge Kağan’a ait yazıtta geçen “budun” sözcüğünün çevirisinin “millet” olduğu varsayımından yola çıkarak, ulus devlet düşüncesinin Türk milliyetçiliği açısından çok eski bir geçmişe sahip olduğunu öne sürüyor. Fakat, bildiğim kadarıyla, bu kabul edilmiş bir çeviri değil. Bu varsayım ilginç bir varsayım, ama bir dünya görüşünün temelini oluşturacak kadar kesinleşmiş bir çeviri olduğu söylenebilir mi acaba? Benzer bir yaklaşımı Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri (1973) adlı kitabında dile getiriyordu:

“Kitâbeler incelendiğinde görülür ki gerek Bilge Tonyukuk’ta, gerekse Yollug Tigin’de anlam ve düşünce bakımından olduğu gibi, hayat anlayışı bakımından birbirine yaklaşan tarafların yanı sıra, ayrılan tarafları da vardır. Her iki yazarın en çok önemli üzerinde durdukları, millî birliğin devamı ve teminidir. Bilge Tonyukuk kitâbesinde geçen, fakat henüz anlam bakımından aydınlığa kavuşturulamamış olan ‘TÜRK SIR BUDUN’ ifadesi önemlidir. Buradaki ‘SIR’ kelimesine ihtiyatlı olarak, Hüseyin Namık Orkun Bey “birleşmiş” anlamını vermiştir. Bahattin Ögel Bey de aynı anlamı kabul etmiştir. Bu şekildeki tercümeye göre, yukarıdaki ‘TÜRK SIR BUDUN’ tabiri şu manayı kazanmaktadır: ‘BİRLEŞMİŞ TÜRK MİLLETİ.’” (metnin özgün biçimi korundu, abç)
Diğer yandan, çeviri olgusu son zamanlarda uluslar arası gündeme taşınan Ermeni Sorunu tartışmalarında da neredeyse temel bir olgu. Daha en baştan, 1915’in “tehcir” ya da “soykırım” sayılmasına ilişkin tartışma bir çeviri sorunu oluşturuyor: “tehcir” eski Türkçe bir sözcük, “soykırım”sa Batı dillerine Yunanca “genos (ırk)” sözcüğüne “cide” Hint-Avrupa eklerinden birinin eklenmesiyle türetilerek “genocide” şeklinde geçen sözcüğün çevirisi. İkinci sözcük, Batı literatüründe Avusturalya yerlilerinin, Tazmanyalıların soylarının kırılmasından Avrupa’da Yahudilerin soylarının kırılmasına dek çeşitli kullanımlara sahip. İlk sözcük, sadece Türkiye’de kullanılıyor. Farklı etimoloji ve geçmişlere sahip olan ve her ikisi de çeviri gerektiren bu sözcüklerle tek bir olgunun aynı şekilde tanımlanmaya çalışılması ciddi bir sorun yaratıyor. Aynı zamanda, konuyla ilgili tartışmaların hiçbirinde çevirmen kimliğinin ve çeviri sürecinin öne çıkmaması da şaşırtıcı. Oysa, tartışmaların dayanak olarak gösterdiği bütün temel kaynaklar, çeviri sürecinden geçen kaynaklar: Avrupa ve Amerikalı gözlemcilerin tanıklıkları, Osmanlı halkının tanıklıkları, Batılı devletlerin ve Osmanlı Devleti’nin resmi belgeleri, yazışmalar.. Bütün bunlarda çeviri sürecinin görünürlük kazanmaması şaşırtıcı bir durum, çünkü ülkeler konuyla ilgili resmi kararlar alır ya da açıklamalar yaparken tümüyle bu çevirileri dayanak gösteriyorlar. (Fotoğrafların da bu çeviri sürecine katılmış olması şaşırtıcı bir durum, bunun için ayrıca düşünmek gerekiyor.) Üstelik artık bu çeviri sürecine sanat eserleri de ekleniyor. Son olarak, Elif Şafak’ın İngilizce olarak yazdığı roman Baba ve Piç adıyla Türkçeye çevrildi. Geçmişi Barbaros Baykara’nın Şırzi adlı romanına kadar uzanan Ermeni Sorunu üzerine roman yazma geleneğinin çağdaş bir ürünü olan bu eser, tartışmalara yeni bir çeviri boyutu ekliyor: önümüzdeki günlerde kuşkusuz sıkça tartışılacak olan bu romanın özgün metni mi asıl kaynak sayılacak, çevirisi mi?** Sonuçta, genel olarak Türkiye’ye bakıldığında, toplumsal yaşamın büyük ölçüde çeviriyle örülmüş olduğu görülüyor; bu çeviri örgüsü çok karmaşık bir örgü: sadece modernleşme sürecinin bir etkisi olarak ortaya çıkan, farklı gelişmişlik süreçlerinin birbirine uyarlanma çabasının yol açtığı bir karmaşıklık değil bu. Daha da büyük ölçüde, dünya görüşü ve siyasal yaklaşımların merkezlerine çeviri ya da çeviri gerektiren metinleri almış olmasının yol açtığı bir karmaşıklık. Vaktiyle Türkiye için üç temel akım belirlenmişti: Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık. Günümüzde de siyasal tartışmalar hâlâ büyük ölçüde bu akımlar çevresinde tanımlanmaya çalışılıyor. Üçünün farklı yanları olduğu öne sürülüyor, ama üçünün de ortak olduğu bir nokta var: üçü de çeviriye dayanıyor. Belki de, hangi çeviri beğenilirse o yaygınlık kazanıyor. Türkiye: Çeviriye ya da Çeviristan. * Kanımca bu tartışmanın eleştirmenle çevirmen arasında geçmesi şaşırtıcı bir durum, bence eleştirinin ilk muhatabının yayınevi olması, (Okuyan Us Yayınevi’nin yaptığı gibi) onun bir açıklama yapması gerekir. Aslında bu açıklamayı çok önceden yapmış olduğu da söylenebilir: Cemal Yardımcı aynı yayınevinden çıkan ve ilk çevirisi olan Hep Yuvaya Dönmek’te “İngilizceden çeviren” olarak, Perec çevirisindeyse “Türkçeleştiren” olarak geçiyor. ** Türkiye'nin aşırı siyasallaştırılmış kültürü çerçevesinde, bu konu da hızla kültür bağlamından çıkarılıp siyasal bağlama sokulabiliyor. Bu yüzden, bilimsel alandan bir örnek daha vermek yerinde olabilir. Türkçeye ilk olarak İnsanın Cinsel Evrimi adlı kitabı çevrilen, Ülker İnce'nin çevirisi olan Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabıyla büyük beğeni kazanan, bu beğeninin esiniyle Çöküş adlı kitabı da çevrilen önemli (sosyo)biyolog Jared Diamond'ın ilk kitaplarından The Third Chimpanzee: The Evolution and Future of the Human Animal (Üçüncü Şempanze: İnsan Hayvanın Evrimi ve Geleceği) daha Türkçeye çevrilmedi. Bu ilgi çekici kitabın bir yerinde dünya tarihi boyunca insanların insanlara yaptığı katliam ve soykırımlarla ilgili bir tablo var. Bu tabloda 1915 tarihi ve Türkiye de yer alıyor. Bu kitabı Türkçeye çevirmeye karar veren bir çevirmen ve yayınevi, bu tablonun çevirisi konusunda nasıl bir karar verecek: bir dipnot koyarak "hayır, bu yanlış" mı diyecek, bu kısmı çıkartacak mı, yazarı ikna ederek bu kaydın özgün metinden çıkarılmasını sağlamaya mı çalışacak, yoksa olduğu gibi bırakacak mı?

03 Mart 2006

Yabancı Çevirmenler Gelir mi?

Sabri Gürses Yabancı doktorların gelmesiyle ilgili tartışmalar sürüyor, sürerken de ilginç ayrıntılar tartışılıyor: yabancı doktorların bir dil sınavından geçirilecek olması gibi. Bu arada, bu tasarının yabancı yatırımcıların sağlık alanına yapacağı yatırımlarla ilgili olduğu da öne sürülüyor. Önümüzdeki günlerde bu uygulama hayata geçtikçe daha tartışılacaktır kuşkusuz, ama burada ilginç olan nokta, devlet kurumlarında çalışmakta olan yerli doktorlarla birlikte çalışmak üzere yabancı doktor getirilmesinin düşünülmesi. Yoksa özel kurumların yabancı uzmanlar çalıştırması önündeki engelleri aşmak güç olmayacaktır sanırım. Çevirmenler açısından düşünülünce, olası bir durumda bunun hangi alanlarda uygulanabileceğini söylemek güç. Çünkü öncelikle hangi devlet kurumlarında çeviri hizmetinden yararlanıldığı, devlet kurumlarında çevirmenlerin ne oranda istihdam edildiği görünürlük kazanmış bir konu değil. Bunun iki ilginç örneği geçtiğimiz günlerde yaşandı: Avrupa Birliği’yle yapılan görüşmeler sırasında imzalanan anlaşmaların çevirisi sözkonusu olduğunda, devlet çevirmenlerinin yetersiz kaldığı, özel çeviri bürolarından hizmet alındığı görüldü. Ya da, Çuval Olayı denen olayda çevirmenlerin rolü tartışılmaya başlanınca, Titan gibi özel dil ve çeviri hizmeti veren şirketlerin Amerikan Ordusu için sözleşmeli olarak çalıştığı ve bu çerçevede bölge dillerini bilen çevirmenleri, Amerikalı olmaları şartı aramaksızın istihdam ettiği görünürlük kazandı. Türkiye’de verilen ilanı okuyarak Titan için Irak’ta çalışmaya giden Türk çevirmenler olduğu anlaşıldı. Olası başka bir durumda, Türk Ordusu’nun dil ve çeviri hizmetine gerek duyup duymayacağı, duyarsa bu hizmeti nasıl (örneğin özel şirketlere başvurarak mı?) elde edeceği geleceğe yönelik bir soru olarak sorulabilir. Her koşulda, yabancı uzmanların devlet tarafından istihdam edilmesi sözkonusu olursa, bu çevirmenler için de sözkonusu olabileceğinden, devlet kurumlarında çalışan çevirmenlerin de daha görünür hale gelmesi gerekecek gibi görünüyor. Diğer yandan, yabancı çevirmenler zaten geliyorlar. Bunlara ilişkin ilginç bir örnek, dolaylı olarak Kuran çevirmenleri arasında anılabilecek olan Şükran Vahide adlı bir çevirmen. Şükran Vahide’nin kısa yaşam öyküsü şöyle:

“ŞÜKRAN VAHİDE (Araştırmacı-Yazar) 1948 yılında İngiltere’nin Lancashire şehrinde dünyaya geldi. Durham Üniversitesi Şarkiyat Fakültesi Türk ve Fars Edebiyatı bölümünden 1980’de mezun oldu. Alman Oryantalist Prof. Dr. Paul Luft’un nezaretinde 15. yüzyıl ediplerinden Heratlı Hüseyin Vâiz Kâşifî’nin eserleri üzerinde doktora çalışması yaptı. 1981’de Risale-i Nur Külliyatı’nın İngilizce tercümelerini okuduktan sonra Müslüman oldu. Türkiye’de ikamet etmekte olan Şükran Vahide, Risale-i Nur konusunda araştırmalar yapmaktadır. Başta Sözler, Mektubat ve Lem’alar olmak üzere birçok risaleyi İngilizceye tercüme etti.”
Bilindiği gibi, Said Nursi’ye ait olan Risale-i Nur bir tür yorumlu Kuran çevirisi.* Said Nursi’nin eserlerini ağırlıkla Sözler Neşriyat yayınlıyor ve yayınevinin Türkiye dışında Amerika, Almanya, İngiltere ve Mısır’a yönelik bir dağıtım ağı var. Dolayısıyla bu ülke dillerine yönelik çevirileri de var. Müslüman olduktan sonra Mary Weld adını bırakıp Şükran Vahide adını aldığı anlaşılan İngiliz de bu çevirilerden birini okuyarak Said Nursi çevirmenliğine başlamış. Ardından Sözler Neşriyat için Lem’alar adlı eseri de The Flashes adıyla 1995 yılında, Mektubat adlı eseri The Letters adıyla 1996, Sözler adlı eseri The Words adıyla 1998 yılında çevirmiş. 1992 yılında yazdığı Kiliseden Camiye Yolculuğum adlı, Mısır’da yayınlanan öz yaşamöyküsünün dışında, ayrıca “Risale-i Nur ile, İslâmiyet’in batıya anlatılmasında en mükemmel bir modeli ortaya koyduğunu” düşündüğü Said Nursi üzerine bir yaşamöyküsü kaleme almış. Islam In Modern Turkey : An Intellectual Biography Of Bediuzzaman Said Nursi (Modern Türkiye’de İslam: Bediüzzaman said Nursi’nin Entelektüel bir Yaşamöyküsü) adını taşıyan bu kitap İbrahim M. Abu-Rabi’yle birlikte kaleme alınmış. İbrahim M. Abu-Rabi, Hartford İlahiyat Fakültesi’nin İslam İncelemeleri ve Hıristiyan-Müslüman İlişkileri için kurulmuş olan Duncan Black MacDonald Merkezi’nin müdür yardımcısı olan bir İslam İncelemeleri profesörü. Hartford İlahiyat Fakültesi’nin adı, geçtiğimiz Ocak ayı içinde, Risale-Nur Enstitüsü’yle birlikte ortak olarak Türkiye’de düzenlediği, Değişen Toplum Yapısında Ahlak başlıklı, 20 kişilik katılımı olan bir toplum bilimleri semineriyle duyulmuştu. Sonuçta, bu ilginç örnekten yola çıkarak, yabancı çevirmenlerin Türkiye'ye zaten geldiğini ve çalışmaya başladığını öne sürmek yanlış olmaz. Mary Weld örneğine bakarak, Said Nursi’nin eski Türkçe ağırlıklı, zorlu dilinin çevirisini yapabilecek yetkinlikte yabancı çevirmenlerin önümüzdeki günlerde dini çeviriler dışındaki alanlarda da çalışmaya başlayacağı düşünülebilir. Bu durumda ileride bir devlet yetkilisinin, doktorlar için sözkonusu olduğu gibi, çevirmenler için de sıkıntı yaşandığını dile getirerek, yabancı çevirmen istihdam etmeyi ya da çalıştırmayı önermesi şaşırtıcı olmaz. Kültür Bakanlığı'nın TEDA Çeviri Projesi'ni, yani Türkçe edebiyat eserlerini başka ülkelerde tanıtmak üzere yabancı çevirmenler ve yayınevleriyle anlaşma yapma projesini bunun yolunu açabilecek bir proje olarak görmek çok abartılı mı olur? Belki. Buna şimdiden kesin yanıt vermek olanaksız. * Said Nursi’nin bu yorumlu Kuran çevirisinin, eski Türkçe ağırlıklı olması ve kendine özgü üslup zorlukları taşıması nedeniyle yeni Türkçe bir çevirisinin yapılması tartışmalı bir konudur. Vaktiyle Necip Fazıl’ın böyle bir deneme yapmak istediğini Fethullah Gülen bir söyleşinde anıyor, fakat Said Nursi’nin öğretisine bağlı olanlardan biri olan Gülen, böyle bir çeviri ya da sadeleştirmeye karşı çıkmaktadır.

02 Mart 2006

Şarkılar Neden Çevrilmiyor?

Sabri Gürses Türkiye'de filmden romana birçok kültür ürününün çok sayıda çevirisi yapılıyor. Hatta altyazı çevirisiyle sadece yabancı içeriğe yer vererek yayın yapan cnbc-e adlı bir televizyon kanalı, dublaj çeviriye ve yerli yayına yer veren televizyon kanallarının arasında oldukça önemli bir izlenirlik oranına sahip oldu. Hatta diğer televizyon kanallarının yapmadığı bir şeyi yaparak, kendi dergisini çıkardı. Demek ki güncel ve popüler kültür ürününün çevirisi önemli bir talebe sahip. Fakat birçok televizyon kanalında günlük akışın büyük kısmını oluşturan yabancı şarkılar bu çeviri alanına neredeyse hiç girmiyor. Bazı televizyon kanallarında altyazı olarak çevirilerinin verilmesi deneniyor, ama bu pek başvurulan bir yöntem değil. Yabancı şarkılar çevirisiz olarak, özgün dillerinde yayınlanıyor: değişik şiveler, özel söyleyişler, müzik içi göndermeler gibi birçok yorum gerektiren öğe izleyici tarafından doğrudan tüketiliyor. Bunun dışındaki girişimler sayılı. Bazı müzik dergilerinde dönemin beğenilen şarkılarının çevirilerine yer veriliyor. 1990'lı yıllarda Stüdyo İmge adlı bir müzik dergisi de bazı müzisyenlerin şarkılarının çevirilerine yer vermiş, daha sonra aynı adla kurulan yayınevi çeşitli müzisyenlerin şarkı sözlerinin çevirisini içeren kitaplar yayınlamıştı. Fakat bunun da riskli yanları var. 2004 yılında Stüdyo İmge Yayınevi'nin yayınladığı ve Eminem'in şarkı çevirilerini içeren bazı kitaplar hakkında kamu davası açılmıştı. Oysa aynı şarkılar televizyonda çevirisiz olarak yayınlanıyordu. Şarkı çevirileri diğer yandan toplumsal içerikleri açısından da önemli. Türkçe şarkıların yoğun bir şekilde bireysel sıkıntılara ya da söz oyunlarına ağırlık verdiği bir dönemde, toplumsal içeriğe yer veren yabancı şarkıların çevirisi yararlı olabilir. Pink'in oldukça feminist bir içeriğe sahip, erkek egemen kültürde kadın imgesinin yeriyle ilgili Stupid Girls (Aptal Kızlar) adlı şarkısı bunun bir örneği. Fakat Eminem için sözkonusu olan şey burada da geçerli: televizyonlarda çevirisiz yayınlanan şarkının sözleri çevirilmesi durumunda sansür konusu olabilir. Pink'in Stupid Girls adlı şarkısının klibini şu adreste seyredebilirsiniz.

"Son Söz Diyanet'in"

Sabri Gürses 1 Mart 2006 günü Yeni Şafak gazetesinin Antalya'da yapılan İl Müftüleri Semineri'nde alınan kararlara ilişkin haberinin başlığı buydu: "Son Söz Diyanet'in." "Başkan ve il müftüleri ortak fetva verdi" altbaşlığıyla yayınlanan haberde bir dizi norma yer verildi. Aslında sözkonusu olan şey Diyanet Başkanlığı'na bağlı olarak çalışan il müftülerinin 28 Şubat günü yaptığı ortak bir basın açıklamasıydı. 25-28 Şubat 2006 tarihleri arasında yapılan bu olağan seminerin ardından, il müftüleri dini konularda alınan kararların dışında, "Buna ilaveten, Yüce Dinimizle ve Başkanlığın hizmet alanıyla ilgili olarak dünya ve ülke gündemini işgal eden bazı konularda görüş ve düşüncelerini kamuoyu ile paylaşmak istemiştir" diyerek bazı güncel olaylarla ilgili görüşlerini 20 madde olarak açıklamıştı. Bu açıklamanın içinde, 12. maddede, Kuran çevirileri ve yorumlarına ilişkin bir görüşe de yer veriliyordu:

"Yüce kitabımız Kur’an-ı Kerim’in tefsiri yapılırken, yeri geldikçe İncil ve Tevrat’ın ilgili bölümlerinden alıntı yapılıp tarihi bilgiler verilmesi İslamiyet’in ortaya çıkışından beri varolan bir uygulamadır. İlk asırdan bu yana yazılan tefsirlerde Kur’an-ı Kerim’in ayetleri açıklanır ve yorumlanırken, diğer kutsal metinlerde ve dini geleneklerde bu konuda yer alan bilgiler verilmiştir. Ancak bu metodun Kur’an meallerinde tatbik edilmesi, Tevrat ve İncil’den yapılan alıntıların bir değerlendirme yapılmaksızın meal peşine sıralanması, yanlış anlama ve yorumlara yol açabilecek bir usuldür. Bununla birlikte toplum psikolojisini etkileyici ve şahısları itham edici bir söylem yerine, yanlışlar hakkında uyarıcı bir yol izlenilmeli, bilimsel metotlara dayalı tartışmalarla çözüm aranmalıdır."
Buna göre, Kuran çevirisinin kaynak metne biçimsel sadıklık ilkesiyle yapılması, çevirmenin metne ek kısımlar koyarak yanlış yoruma sebep olmaması gerektiği öne sürülüyor. Bu, bazı Kuran çevirilerinde sıkça görülen parantezler ve ayetin konusuna ilişkin açıklamalar için de geçerli olsa gerek.

01 Mart 2006

Çevirmenler "Birlik" Dedi

Sabri Gürses Kitap Çevirmenleri’nin birlik kurma toplantısı 4 Mart günü yapıldı. Çeşitli şehirlerden gelen ve aralarında Mehmet Özgül, Beril Eyüboğlu, Sevgi Tamgüç gibi deneyimli çevirmenlerin, Çağlar Tanyeri, Betül Parlak gibi çeviribilimcilerin de bulunduğu 70 kadar çevirmen bir meslek birliği kurmak üzere ilk toplantılarını yaptı. İlgili bakanlığa başvurmak üzere imzaların toplandığı ve çevirmenlerin tüzükle ilgili çeşitli öneri ve düşüncelerini tartıştığı toplantı, saat 14:00’te başladı. Yönetim kurulu için adayların belirlenmesi ve kurul üyelerinin seçilmesinin ardından söz alan Beril Eyüboğlu, çevirmenliğin artık görünür bir meslek olmasını istediğini, birçok alanda çeviriden bahsedilmesine rağmen çevirmenin görünür kılınmadığını belirtti. Daha sonra söz alan Sevgi Tamgüç, yayıncılarla bir birlik olarak ilişki kurmanın önemine dikkat çekti. Meslek birliğinin, çevirmen ve yayınevi arasında hakemlik yapma olasılık ve yöntemleri üzerine tartışmaların da yapıldığı toplantıda, meslek birliğine giden yolda bir çevirmen evinin oluşturulmasının tasarlandığı da dile getirildi. Coşkulu ve neşeli bir havayla geçen toplantı 18:00’e dek sürdü.

Çeviribilim dergisi, güncel yayınını www.ceviribilim.com adresinde yapmaktadır.

Petersburg, Andrey Belıy
LJeviren: Sabri Gürses

" Öyküsü, Ekim Devrimi öncesi Rusya'nın, 1900 başlarındaki Petersburg'unda geçen roman, bir bakıma her şeyle, devrimle de karşı-devrimle de, devrimciyle de karşı-devrimciyle de, 'katil'le de 'maktul'le de dalga geçiyor.

" Fakat hepsinden önce de, resmî, kanıksanmış, alışılmış, basmakalıp olanın üstündeki örtüyü, hastalanmış bir deriyi acımasızca koparır gibi çekip çıkarıyor... Ne kadar zavallı, ne kadar cılk bir yara gibi görünürse görünsün, altta gizlenen 'insanî'liği gösteriyor.

" Dilimize başarıyla çevrildiğini düşündüğüm Petersburg'u okumaya hazırlanan edebiyatseverleri, canlı, düşündürücü, öğretici ve yoğun bir okuma sürecinin beklediğinde kuşku yok..." Ataol Behramoğlu, Radikal Kitap

< <
Powered by Inttranews, specialized multilingual news service for interpreters, translators and 

linguists

peter