Çeviribilim

07 Mart 2006

Çeviriye ya da Çeviristan

Sabri Gürses Çeviri ve çeviri yorum ve kararları son aylarda gündemden düşmeyen bir başlık oldu. Çoğu zaman konu çeviri olarak belirlenmedi, fakat Küçük Prens’ten Kuran’a durmaksızın çeviri tartışıldı. Bunun üretken değil, tüketgen bir ülke olmakla mı, kuzey ya da güney, doğu ya da batı, sömürge ya da yarı sömürge ülkesi olmakla mı ilişkili olduğu gibi tartışmalar ileride yapılacaktır kuşkusuz, ama şimdilik güncel, özel durumlardaki çeviri kararları şiddetle tartışılıyor. Edebiyat alanında bu tartışmalar, Küçük Prens ya da Tolkien’deki göndermelerden başlayarak en son Perec çevirisine uzandı. Çevirmenin kitaba bölüm, daha doğrusu roman metni içine kendi metnini eklemesi şiddetli bir tartışmaya yol açtı. Bu tartışma içinde çeviribilim kuramları da anıldığından, herhalde daha ayrıntılı değerlendirmelere yol açacak.* Fakat bu tartışmadan daha ilginç olan, tam da eşzamanlı olarak yapılan, Kuran çevirileri tartışmasıydı. Konu aynıydı, ama daha tehlikeli bir konuydu: Kuran çevirisinde, çevirmenin metne yanıltıcı ekleme yaptığı, norm dışı göndermelere yer verdiği belirtiliyordu. Bu iki tartışmanın örtüştüğü yer ilginç, çünkü aynı zamanda edebiyat alanındaki bir benzer yaklaşımı, kaynak metnin kutsal kabul edilmesi yaklaşımını işaret ediyor. Diğer yandan bu tartışmaların ayrı toplumsal alanlarda, hiç örtüşmeksizin yapılması toplumdaki özel bir toplumsal katmanlaşmayı da işaret ediyor gibi geliyor bana: Perec çevirisi kime yapılıyor, Kuran çevirisi kime yapılıyor? Kuran çevirisi konusunu, ağırlıkla Yeniçağ gazetesi ele aldı. Arslan Bulut bu konuda ilginç yazılar yazdı, misyonerliğin yaygınlaşmasının özel örneklerinden biri olarak yorumladığı Suat Yıldırım’ın Kuran çevirisini, kısmen çeviri yöntemi açısından, kısmen de çevirmenin kaynak metinle ilgili özel yorumları açısından (Hz. İsa’nın Mesih olarak dirilmesi gibi bir yorum) eleştirdi. Bu tartışmanın ileride nasıl bir yön alacağını kestirmek zor, fakat Arslan Bulut’un bu tartışmadan sonra yazdığı bir yazı hep çeviri metinler üzerine konuştuğumuzu, ya da konuşacağımızı düşündürüyor. Arslan Bulut, bu yazısında, Orhun Abideleri ya da Ötüken Yazıtları gibi çeşitli adlarla anılan yazıtlar arasındaki Bilge Kağan’a ait yazıtta geçen “budun” sözcüğünün çevirisinin “millet” olduğu varsayımından yola çıkarak, ulus devlet düşüncesinin Türk milliyetçiliği açısından çok eski bir geçmişe sahip olduğunu öne sürüyor. Fakat, bildiğim kadarıyla, bu kabul edilmiş bir çeviri değil. Bu varsayım ilginç bir varsayım, ama bir dünya görüşünün temelini oluşturacak kadar kesinleşmiş bir çeviri olduğu söylenebilir mi acaba? Benzer bir yaklaşımı Ali Öztürk, Ötüken Türk Kitabeleri (1973) adlı kitabında dile getiriyordu:

“Kitâbeler incelendiğinde görülür ki gerek Bilge Tonyukuk’ta, gerekse Yollug Tigin’de anlam ve düşünce bakımından olduğu gibi, hayat anlayışı bakımından birbirine yaklaşan tarafların yanı sıra, ayrılan tarafları da vardır. Her iki yazarın en çok önemli üzerinde durdukları, millî birliğin devamı ve teminidir. Bilge Tonyukuk kitâbesinde geçen, fakat henüz anlam bakımından aydınlığa kavuşturulamamış olan ‘TÜRK SIR BUDUN’ ifadesi önemlidir. Buradaki ‘SIR’ kelimesine ihtiyatlı olarak, Hüseyin Namık Orkun Bey “birleşmiş” anlamını vermiştir. Bahattin Ögel Bey de aynı anlamı kabul etmiştir. Bu şekildeki tercümeye göre, yukarıdaki ‘TÜRK SIR BUDUN’ tabiri şu manayı kazanmaktadır: ‘BİRLEŞMİŞ TÜRK MİLLETİ.’” (metnin özgün biçimi korundu, abç)
Diğer yandan, çeviri olgusu son zamanlarda uluslar arası gündeme taşınan Ermeni Sorunu tartışmalarında da neredeyse temel bir olgu. Daha en baştan, 1915’in “tehcir” ya da “soykırım” sayılmasına ilişkin tartışma bir çeviri sorunu oluşturuyor: “tehcir” eski Türkçe bir sözcük, “soykırım”sa Batı dillerine Yunanca “genos (ırk)” sözcüğüne “cide” Hint-Avrupa eklerinden birinin eklenmesiyle türetilerek “genocide” şeklinde geçen sözcüğün çevirisi. İkinci sözcük, Batı literatüründe Avusturalya yerlilerinin, Tazmanyalıların soylarının kırılmasından Avrupa’da Yahudilerin soylarının kırılmasına dek çeşitli kullanımlara sahip. İlk sözcük, sadece Türkiye’de kullanılıyor. Farklı etimoloji ve geçmişlere sahip olan ve her ikisi de çeviri gerektiren bu sözcüklerle tek bir olgunun aynı şekilde tanımlanmaya çalışılması ciddi bir sorun yaratıyor. Aynı zamanda, konuyla ilgili tartışmaların hiçbirinde çevirmen kimliğinin ve çeviri sürecinin öne çıkmaması da şaşırtıcı. Oysa, tartışmaların dayanak olarak gösterdiği bütün temel kaynaklar, çeviri sürecinden geçen kaynaklar: Avrupa ve Amerikalı gözlemcilerin tanıklıkları, Osmanlı halkının tanıklıkları, Batılı devletlerin ve Osmanlı Devleti’nin resmi belgeleri, yazışmalar.. Bütün bunlarda çeviri sürecinin görünürlük kazanmaması şaşırtıcı bir durum, çünkü ülkeler konuyla ilgili resmi kararlar alır ya da açıklamalar yaparken tümüyle bu çevirileri dayanak gösteriyorlar. (Fotoğrafların da bu çeviri sürecine katılmış olması şaşırtıcı bir durum, bunun için ayrıca düşünmek gerekiyor.) Üstelik artık bu çeviri sürecine sanat eserleri de ekleniyor. Son olarak, Elif Şafak’ın İngilizce olarak yazdığı roman Baba ve Piç adıyla Türkçeye çevrildi. Geçmişi Barbaros Baykara’nın Şırzi adlı romanına kadar uzanan Ermeni Sorunu üzerine roman yazma geleneğinin çağdaş bir ürünü olan bu eser, tartışmalara yeni bir çeviri boyutu ekliyor: önümüzdeki günlerde kuşkusuz sıkça tartışılacak olan bu romanın özgün metni mi asıl kaynak sayılacak, çevirisi mi?** Sonuçta, genel olarak Türkiye’ye bakıldığında, toplumsal yaşamın büyük ölçüde çeviriyle örülmüş olduğu görülüyor; bu çeviri örgüsü çok karmaşık bir örgü: sadece modernleşme sürecinin bir etkisi olarak ortaya çıkan, farklı gelişmişlik süreçlerinin birbirine uyarlanma çabasının yol açtığı bir karmaşıklık değil bu. Daha da büyük ölçüde, dünya görüşü ve siyasal yaklaşımların merkezlerine çeviri ya da çeviri gerektiren metinleri almış olmasının yol açtığı bir karmaşıklık. Vaktiyle Türkiye için üç temel akım belirlenmişti: Türkçülük, Batıcılık, İslamcılık. Günümüzde de siyasal tartışmalar hâlâ büyük ölçüde bu akımlar çevresinde tanımlanmaya çalışılıyor. Üçünün farklı yanları olduğu öne sürülüyor, ama üçünün de ortak olduğu bir nokta var: üçü de çeviriye dayanıyor. Belki de, hangi çeviri beğenilirse o yaygınlık kazanıyor. Türkiye: Çeviriye ya da Çeviristan. * Kanımca bu tartışmanın eleştirmenle çevirmen arasında geçmesi şaşırtıcı bir durum, bence eleştirinin ilk muhatabının yayınevi olması, (Okuyan Us Yayınevi’nin yaptığı gibi) onun bir açıklama yapması gerekir. Aslında bu açıklamayı çok önceden yapmış olduğu da söylenebilir: Cemal Yardımcı aynı yayınevinden çıkan ve ilk çevirisi olan Hep Yuvaya Dönmek’te “İngilizceden çeviren” olarak, Perec çevirisindeyse “Türkçeleştiren” olarak geçiyor. ** Türkiye'nin aşırı siyasallaştırılmış kültürü çerçevesinde, bu konu da hızla kültür bağlamından çıkarılıp siyasal bağlama sokulabiliyor. Bu yüzden, bilimsel alandan bir örnek daha vermek yerinde olabilir. Türkçeye ilk olarak İnsanın Cinsel Evrimi adlı kitabı çevrilen, Ülker İnce'nin çevirisi olan Tüfek, Mikrop ve Çelik adlı kitabıyla büyük beğeni kazanan, bu beğeninin esiniyle Çöküş adlı kitabı da çevrilen önemli (sosyo)biyolog Jared Diamond'ın ilk kitaplarından The Third Chimpanzee: The Evolution and Future of the Human Animal (Üçüncü Şempanze: İnsan Hayvanın Evrimi ve Geleceği) daha Türkçeye çevrilmedi. Bu ilgi çekici kitabın bir yerinde dünya tarihi boyunca insanların insanlara yaptığı katliam ve soykırımlarla ilgili bir tablo var. Bu tabloda 1915 tarihi ve Türkiye de yer alıyor. Bu kitabı Türkçeye çevirmeye karar veren bir çevirmen ve yayınevi, bu tablonun çevirisi konusunda nasıl bir karar verecek: bir dipnot koyarak "hayır, bu yanlış" mı diyecek, bu kısmı çıkartacak mı, yazarı ikna ederek bu kaydın özgün metinden çıkarılmasını sağlamaya mı çalışacak, yoksa olduğu gibi bırakacak mı?

Çeviribilim dergisi, güncel yayınını www.ceviribilim.com adresinde yapmaktadır.

Petersburg, Andrey Belıy
LJeviren: Sabri Gürses

" Öyküsü, Ekim Devrimi öncesi Rusya'nın, 1900 başlarındaki Petersburg'unda geçen roman, bir bakıma her şeyle, devrimle de karşı-devrimle de, devrimciyle de karşı-devrimciyle de, 'katil'le de 'maktul'le de dalga geçiyor.

" Fakat hepsinden önce de, resmî, kanıksanmış, alışılmış, basmakalıp olanın üstündeki örtüyü, hastalanmış bir deriyi acımasızca koparır gibi çekip çıkarıyor... Ne kadar zavallı, ne kadar cılk bir yara gibi görünürse görünsün, altta gizlenen 'insanî'liği gösteriyor.

" Dilimize başarıyla çevrildiğini düşündüğüm Petersburg'u okumaya hazırlanan edebiyatseverleri, canlı, düşündürücü, öğretici ve yoğun bir okuma sürecinin beklediğinde kuşku yok..." Ataol Behramoğlu, Radikal Kitap

<
Powered by Inttranews, specialized multilingual news service for interpreters, translators and 

linguists

peter