Kayboluş'ta Ne Var Ne Yok?
Sabri Gürses
Kayboluş çevirisi genellikle niteliği açısından, özgün metinle ilişkisi açısından ele alındı. Benim aklıma bunlara mesleki olarak eklenebilecek bir soru geliyor: çevirmenlerin yayınevlerine yaratıcı çeviri yapmasının yolu bu kitapla açılmış oldu mu? Umarım açılmıştır, böylece özgün çeviri çalışmalarıyla karşılaşacağız demektir.
Diğer yandan, Kayboluş'un çevirisi oldukça okunaklı bir çeviri, fakat özgün metinle karşılaştıramadığım için nasıl bir çeviri işleminin gerçekleştirilmiş olduğunu anlayamadığım bölümlerle karşılaştım. Örneğin, 178-179. sayfalarda Arnavutluk, Kanuni, dragoman/dilmaç, İslam, Divan-ı Hümayun, III. Mahmud gibi isimler geçiyor, en ilginç yanı İstiklal Marşı'nın bir evirtmesine yer veriliyor (abç):
Mavrokhordatoslar (kimi kayıtlarda Mavrocordato ya da Maurocordata olarak da yazılı olan adları, çok az bilindiği İçin bulmacaların ilk olarak yaratıldığı dil olduğuna inanılan bir Balkan lisanında "bağrı kara" ya da "kalbi karanlık bir güç sahibi" anlamını taşıyordu) atadan İstanbulluydu. Bir taraftan Bahr-i Siyah kıyısındaki Hurufi kabristanına, öbür taraftan biri dışında bütün Marmara adalarına bakan manzaralı bir sarayda otururlardı. Mavrokhordatoslar tarih boyunca padişahlara sayısız saray adamı sağlamışlardı. Stanislas Kanuni'nin tıraşını yapmış; Konstantin İbrahim'in tabibi olmuş; Nikolas dragoman (bugün dilmaç diyoruz) olarak çalıştıktan sonra sultanı Abdülaziz için (çoğu sahaflardan) İslam dinini ululayan bir milyon kitap toplamış; onun oğlu Küçük Nikolas da Boğdan hospodarı yapılmıştı. Bir sözü bir lisandan bir başkasına aktardığında, basit bir düsturdan yararlandığını ortaya koyan bir sürü ipucuna karşm, hiçbir sivriliği olmayan, yumuşak bir üslupla, bir Allanın kulunun anlamlandıramadığı bir laf salatası ortaya çıkardığı için Abdülhamid'in Küçük Nikolas'a itimadının tam olduğu bilinirdi.
Küçük Nikolas'm arması, yalım yalım yanan kadın başlı, aslan vücutlu canavardı. Sultanın iltifatına mazhar olduğu için bir gün sadrazam ya da hadımağası olacağına inanıyordu. Ama üç yıl sonra hospodarm kazanmış olduğu gücü kıskanan, bu gücün İstanbul'a karşı kullanılmaya kalkışılmasından kaygılanan III. Mahmud onu öldürttü, akrabalarının çoğunu da kazığa oturttu.
Bu kıyımdan zorlukla kaçmayı başaran Mavrokhordatoslar da oldu. Olga'nın büyükbabası Augustin, Divan-ı Hümayun'u ardında bırakarak Durazzo'ya gidip orada avukatlığa başladı. Daha sonra padişaha başkaldırının bayraktarlığını yapan bir yayın çıkarmaya koyuldu. Bir gün açıkça ayaklanma çağrısı yaptı. Yazısında, "Arnavutlar! Tarih boyunca hür yaşadık, hür yaşarız. Hangi çılgın boynumuza zincir vurabilir? Şaşarım! Azgın bir ırmak gibi karşımızdaki barajı yıkıp aşalım; yırtalım dağlan ufuklara sığmayalım, tasalım. Hakka tapan ulusumuzun hakkıdır istiklal!" diyordu.
Bu coşkulu ajitasyon bütün Durazzo ahalisini ayağa kaldırdı. O akşam dokuz on komitacı öldürüldü. Dört bir tarafta, "Türkün canını alalım", "Kahrolsun İslam" sloganları yankılanıyordu. Ayaklanmacıların bayrağı, ortasında Küçük Nikolas'in arması, yalım yalım yanan kadın başlı, aslan vücutlu canavar bulunan ak bir sancaktı. İngiliz muhafazakârlarından ilham alan. ama anarşist yönü ağır basan büyük bir ulusal parti ortaya çıkıp kamuoyuna damgasını vurdu. Büyük Byron'un uzaktan akrabası olduğu şayiası dolaşan, onun gibi kambur bir İngiliz olan Arthur Gordon adlı biri, yazdığı Ulusal Marş'la başkaldıranları daha da coşturdu. Ulusal Marş kısa zamanda sipahinin yatağanına, zabitin piştovuna kulak asmayan ahalinin ağzına sakız oldu.
Daha ilerde, 254-255. sayfalarda Ankara, Küçük Ağa, saraylar, konaklar, banknotlar gibi tanıdık kelimelerle karşılaşıyoruz:
Baban ya da babam (adını bilmiyoruz, daha doğrusu adını ağzımıza alamıyoruz) Ankara'da doğmuş.
Atalarımız ilin kalburüstü kodamanları arasında saydırmış. Sahip oldukları muazzam mal mülk açısından Kral Midas 'la karşılaştınlırlarmış. Ama bu mal varlığının miras yoluyla kuşaktan kuşağa aktarılması daima bin bir sorun yaratırmış. Çünkü mutlaka mirasta hak iddiasında bulunan, dokuzar onar çocuklu, otuza yakın kişi olurmuş. Haklı olarak, onca irata, hasılata karşın anaparanın, paylaşıla paylaşıla azalıp yok olmasından korkulurmuş.
Büyük oğulun mümkün olduğu kadar kollanıp kayırılması soyumuzun örfüymüş. Küçük çocuklara yalnızca sofra artıkları, kırıntılar kalırmış. Bütün mal varlığı, iltimaslı büyük oğula, Küçük Ağa'ya sunulunnuş: Saray, konaklar, tarlalar, ormanlar, banknotlar, bonolar, altınlar, pırlantalar, takılar onun olurmuş. Başkalarının çalışmaktan anaları ağlar, onun parmağım oynatmasına imkân tanınmazmış.
Ama en ilginç olan 278. sayfadaki bir cümle. Bunun özgün halinin ne olduğunu gerçekten çok merak ettim:
Türk üst kimliğini sindirişim açısından başat bir bağlantı noktası oluşturan, o buralara has tarz, o buram buram mahalli koku içimi ısıtmıştı.
Kayboluş, çevirmenin niyetini, çalışma yöntemini çok merak ettiren bir çeviri. Bu açıdan da çok başarılı doğrusu.
Çeviribilim